30 Aralık 2008

MUTLULUK BENİM İÇİN;

Sevgili İmge,

Gönderi kutucuğunda link vermeyi maalesef beceremiyorun. Bu teknik yetersizliğim konusunda bana lojistik destek verirsen pek memnun olacağım. :o) Senin mutluluk yazınla ilgili linki konu başlığımdan verebildim. Ve şimdi benim sıram:

*"Kokmuş bu ayaklar püff püff" diye her gün ben öperken kıkırdayan o minik ayakların sahibinin kahkahaları demek mutluluk, oğlum demek!

* Anne olmak, eş olmak, evlat olmak demek

*Huzurluca ve sağlıklı nefes alabilmek

*Kitaptaki cümle, şarkıdaki tını, filmdeki sahnedir mutluluk

* İçimde kopan fırtınalardır

*Balkonumda her sonbaharda soldurduğum ve her baharda yeniden yeşerttiğim yeni çiçekler demek

*Maaile Pazar sabahı kahvaltısı demek

*Yemek yapmak, yeni lezzetler denemek demek

*Farklı coğrafyaları, insanları tanımak demek

*Açık havada yürüyüş yapabilmek

*Yüzmek, denizde olmak mutluluktur

*Sevdiklerime sevgimi göstermek (her zaman beceremesem de!)

*Çocukları mutlu etmek

*Beni olduğum gibi seven ve kabul eden insanlarla zaman geçirmektir mutluluk

*Yolda uzun süredir görmediğim arkadaşımla karşılaşmaktır

*Aşkımla şarap içip sarhoş olmaktır

*Gecenin abuk saatinde hamburger sipariş etmektir

*Çok sıkıştığımda en yakındaki tuvalettir

*İlk araba kullanmaya başladığımda herkesin kaçtığı sıkışık trafiğe girip dur kalk yapmaktan zevk almaktır mutluluk

*Yeni bir şey öğrenmektir

*Duş alırken şarkı söylemektir

*Kötülükleri affedebilmektir mutluluk ve ben bunu eskiye göre daha iyi becerebiliyorum.
(Olgunluk bu mu ola?)

*Mutluluk "an"dır!

PALLADIUM KITCHENETTE

Bugünlerde çok yakında sizlerle de paylaşacağım tatlı bir telaş içindeyim. Dün almamız gereken bazı acil ihtiyaçlar olduğu için soluğu anneannemizle beraber Palladium'da aldık. İşlerimizi hallettikten sonra yemek yemeye karar verdik. Hamilelik ve doğum nedeniyle gidemediğim Kitchenette'e de sonunda gittim. Arayı nasıl hızla kapatıyorum değil mi ama. Pizza ve burger konusunda kararsızdım. Burgerlerinin pek bir methini duyduğumdan ve mönüde pesto soslu burger gördüğümden dayanamadım şipariş ettim. Yanında da fesleğenli ayran. :o) Hem pesto hem fesleğenli ayran olur mu dedim kendime ama oluyormuş vallahi. Capreseburger'di galiba adı. Annem cheeseburger istedi, Kerem bebekse evde omlet yediği için kuverdeki soğanlı foccacio ve diğer ekmekleri mıncıklayıp tüketmekle yetindi. Soğanlı foccacio biraz yağlı olmakla beraber çok leziz olduğundan bir miktar da paket yaptırdık. Kitchenette'in dekorasyonu ve ambiyansı mükemmel. Çok beğendim. Yemekler çok lezizdi. Karşılaştırma yapmak gerekirse Kırıntı'nın burgerlerinden çok daha başarılıydı. Servis elemanları çok ilgiliydi. Beğenmediğim ve böyle bir restorana yakıştıramadığımsa sigara içilmeyen bölüm olmaması. İstanbul'daki bir çok nezih restoran gibi masa bazında sigara içilen veiçilmeyen bölüm ayırmışlar ve havalandırma ne kadar iyi olursa olsun sigara dumanına maruz kalıyorsunuz. Fiyatları pahalı ama ortam ve sunulan yemekler için makul olabilir. Ancak kendi adıma o rakamları ödüyorsam sigara dumanına maruz kalmamalıyım diye düşünüyorum. Diğer bir olumsuzluk ise fatura veya fiş getirmiyorlar. Bunu arkadaşlarımdan da duydum. İstesem getirirlerdi elbet ama özellikle istemedim. Buradan soruyorum bu Kitchenette'in politikası mı yoksa sadece unutuluyor mu? Eminim ikincisidir.

28 Aralık 2008

Ve huzurlarınızda yanar dönerli yeni yıl ağacım! :o)


Christmas Layouts

Engin Ardıç- Kerizlik belgesi, 24.12.2008 Sabah gazetesi

Ne yalan söyleyeyim Engin Ardıç sevdiğim bir adam değil ama hislerime tekrar tercüman olmuş. En son 2004 yılında yılbaşını Caddebostan La Notte'de Işın Karaca ve Ferhat Göçer eşliğinde kutlamış. Çıkışta yarım saat arabamızı beklemiş ve işgüzar valeler arabamızı nereye park ettilerse trafik cezası yemiş. Pek de eğlenememiştik. Bu sene de oğluşumuzla evdeyiz. Biz böyle iyiyiz.


Kerizlik belgesi
İnsanların niçin yılbaşı kutladıklarını hiç anlayabilmiş değilim...
O gecenin hiçbir özelliği olmadığını, bunun alt tarafı bir "takvim cilvesi" olduğunu bile bile yani...
21 Mart'ta gündönümü kutlasalar, çok daha akla yakın. (Eski uygarlıklarda yeni yıl o gün başlardı, çok daha akılcı bir seçimdi bu.)
İşte bu gece de, milyonlarca kişi, İsa'nın bu gece doğmadığını bile bile Noel kutlayacak. (Katolik kilisesi, "biz de biliyoruz ama geri dönemeyiz, yer etmiş, gelenek olmuş bir kere..." dedi.)
Eğlenme ihtiyacından desem, yıl boyunca daha birçok vesile var... Ertesi gün tatil olduğu için desem, her cuma ya da cumartesi gecesi aynı şekilde tepişebilirsiniz, yapan da çok...
Yılbaşında insanoğlu niçin "otele" gider?
Herhalde "krize meydan okumak" için olmasa gerek...
Televizyonda seyrettiği kötü şarkıcıların "canlısını" görmek isteği kişinin beğeni düzeyinin berbatlığıyla açıklanır da, "kazık yeme arzusu" neyle açıklanır?
Otele neden gidilir yahu? Kaçamak yapmak için.
Yoksa nikâhlı karınla ya da uzatmalı sevgilinle her gece tekrarladığın eylemi bir kerecik de değişik bir mekânda gerçekleştirmek için neden çok para harcayasın?
Bakınız, arkadaşımız Sinan Özedincik gene haberi gözünden vurmuş, İstanbul'da bir otelin "kral dairesinde" yılbaşı tarifesinin tam 25 bin Avro olduğunu ortaya çıkarmış... (Türk Dil Kurumu'na not: Şu "avro" terimi hiç tutmadı, ama yiğitlik belasına biz kullanıyoruz, kullanmaktan da her an vazgeçebiliriz ha!)
Elli bin liradan fazla... Üstüne KDV'sini de ekleyeceksiniz ayrıca...
Fatura isteyin ulan, masraf gösterirsiniz!
Tamam da, neyin masrafı? Zamparalık mı yapacaksınız? "Manitanın" en kralı o kadar etmez, papatya gibi kızlar Moskova ya da Petersburg "pazarında" üç yüz dolar...
Siz ne alıp satıyorsunuz da böyle bir ahmaklık çukuruna elli bin lirayı gözünüzü kırpmadan dökebiliyorsunuz yahu?
Fiyata dahil olanlar: Sabah kahvaltısı... Yok bir de vermeseydiniz!... Hoşgeldin kokteyli... Sağol be!... Yeni yıl yemeği... Otelin içinde nerede istersen... Çamaşırhanede de olabilir mi mesela?... Yirmi dört saat "butler" yani uşak servisi... Uşağın adı Simpson ya da Jarvis olmazsa ben ona "butler" mı derim?...
"Beni arayan oldu mu İsmail?... Çemişkezek kontu geldiler my lord... Kütüphane odasına al İsmail... Very well my lord... Beklerken bir konyak alır mısınız Sir?... Şalgam suyu yok mu İsmail?"... Olmadı, hiç uymadı!
Başka? Başka bir şey yok. Dut gibi ol, o durumda becerip de manitaya da el süreme, kazan gibi kafayla ver elli bin lirayı defol git.
Yılbaşı boğuntularının "ehven" olanları da var, dar gelirli zamparalar için: Yatağa gül yaprağı serpiyorlar, bornozlara senin ve manitanın adının soyadının baş harflerini işliyorlar, bir de masaj yapıp kulunçlarını kırıyorlar, yirmi bin lira.
Bu faturaların birer kopyası Maliye Bakanlığı tarafından "enayilik beratı" olarak saklanmalıdır. Ayrıca kovuşturma gerekmez, herif cezasını çekmiş olacak çekeceği kadar.

MEŞHUR BEŞİKTAŞ KÖFTECİSİ ve 7-8 HASAN PAŞA FIRINI

Zor doğumumun ardından uzun süredir başvurmak istediğim ve hormonsuz olduğu için tercih ettiğim doğum kontrol yöntemine sıcak bakmayan doktoruma tekrar muayene olmak üzere dün Şişli'ye geçtik. Muayene sonunda uygulamada karar kılan doktoruma işlem bittiğinde malum nesnenin uçağa binerken güvenlik kontrolünde ötme ihtimalini sordum. Kahkahayı basıverdi. Bana göre pek komik değildi ama Arog senin yanında ne ki dedi. Nereden geliyor aklına böyle şey diye de söylenmeyi ihmal etmedi. Neyse kızlar, hepinizin haberi olsun ötebilirmiş. Doktor işimi halletikten sonra yakında bir şeyler yapalım dedik ve Mehmet beni Beşiktaş Balık Pazarı'nın karşısındaki sokakta bulunan Beşiktaş Köftecisine götürdü. Küçük, salaş ve taburelerde oturup köfte, piyaz ve çorba yiyebileceğiniz temiz bir yer Beşiktaş Köftecisi. 1963 yılında Recep Baba lakaplı Recep Parlaöz tarafından faaliyete geçirilmiş. Dükkanın içinde her yerde Beşiktaş posterleri var. Metin Tekin, Ali Gültiken ve Feyyaz Uçar'ın olduğu takımı tanıdım. Diğerlerini çıkaramadım. Zaten futboldan hiç hazzetmeyen ve anlamayan bir insan olarak bu kadar tanımam bile başarıdır. Hava çok soğuk olduğu için Mehmet çorba içmeye karar verdi. Ben de önce ona gelen ezo gelin çorbayı test ettim. Gerçekten çok lezzetli ve içinde kalmış pirinç bulunmayan kıvamlı, içilesi çorba soğukta pek iyi gitti. Sonra köfte, piyaz ve ayran istedim. Kömür ateşinde pişirilen köfte oldukça lezzetli. Yanında servis edilen acı biber ezmesi bence süperdi. Piyazın fasülyeleri de iyi haşlanmıştı ki benim için pek önemlidir. En son Nişantaşı'ndaki Akçabat Köftecisi pişmemiş piyaz servis edip bizi ve yan masadaki müşteriyi çileden çıkartmıştı. Nişantaşı Akçabat Köftecisi de fiyat, lezzet, servis üçlüsü bazında bir daha gidilmeyecekler listesindeki yerini başarıyla almıştır. Toparlayayım. Eğer Beşiktaş civarındaysanız ve canınız köfte çektiyse gelebileceğiniz yegane yer burası olmalı diye düşünüyorum. Fiyatları fast food restoranlardan pahalı elbet ama yüksek değil. Aklıma Nişantaşı Tabure büfe geldi. Orada ödediğimiz hesapla aynı hesap ama yediklerimiz içerik olarak hem daha doyurucu hem de fazlaydı. Son olarak Meşhur Beşiktaş Köftecisi'ni yanındaki diğer köftecilerle (Şöhretler) karıştırmayın derim. Onlar çakmaymış. :o)

Köfte yedikten sonra çarşıda biraz dolaştık ama nasıl soğuktu anlatamam. Arabayı bıraktığımız otoparka yakın olan Kabalcı Kitabevi'nde biraz zaman geçirmek istediğimiz için önce 7-8 Hasan Paşa Fırını'na uğramak istedim. Tatlı, tuzlu çay kurabiyeleri, Selanik gevreği ve Çavdar ekmeği aldım. Portakallı, elmalı, muzlu, üzümlü çeşitleri olan tatlı kurabiyelerini pek beğendim. Özellikle portakallılar çayın yanında süper gitti. 7-8 Hasan Paşa Fırını İstanbul'un tarihi fırınlarından ve pek meşhur. Kısa bilgi: II. Abdülhamit döneminde Beşiktaş’ta asayişten sorumlu kişi olan Hasan Paşa hakkında söylenen o kadar çok söz var ki. Mesela “Thalassa” forumunda yapılan bir değerlendirmede “İkbal merdivenlerini dişi tırnağıyla zorlayıp çıkan Çorumlu Hasan Paşa, okuma yazma bilmemektedir. Bulunduğu makamların gereği olarak imza atması gereken evraklar için de işin kolayını bulmuştur. İmza olarak Arapçadaki “Hı” harfine en çok benzeyen “ters v” harfini, “Nun” harfine en çok benzeyen “v” harfini yan yana çizerek, arasına da “Sin” harfi niyetine düz bir çizgi çekerdi” deniyor. Hasan Paşa böylelikle adı olan Hasan’ı eğri büğrü olsa da imza niyetine kullanırdı. Bu nedenle de ahali arasında lakabı 7–8 Hasan Paşa olarak yayılmıştı. (Bu bilgi, http://www.serencebey.com/tr/articledetails.aspx?articleid=675 sitesinden alınmıştır.)

Kurabiyelerimizi aldıktan sonra Kabalcı'ya geçtik. Kitap ve dergileri karıştırdık. Banu Avar'ın Böl ve Yut kitabını almak istedim ama tükenmiş. Bravo yurdum halkına. Banu Avar'a açık destektir bu. TRT'deki güzelim programı bitirip beni de diğer bir çok insan gibi hüzünlere boğdular. Söyleyecek söz bulamıyorum.

Dip not: Bu hafta süper bir restorana gittim. Onu da detaylıca ve fotoğraflarla en kısa zamanda yazmaya çalışacağım. Bekleyin sürprizimi.

26 Aralık 2008

MUTFAK DOSTLARI





Mehmet 5. kat'ta yemekte. Benim de gitmek istediğim Yasemin Alkaya mekanı. Hazır sevgili eşim yokken onun hiç sevmediği ve benim çok sevdiğim dip balıkları tekir veya barbun(ya) alayım, pişireyim dedim. Bu arada tekire çenesinde iki adet bıyık olduğu için tekir denildiğini biliyor muydunuz? Bir de dip balıkları ağır metaller falan diye de aklımdan geçmedi değil ama ne bu böyle midye yeme onu yeme bunu yeme. Bugün resmi bir dairede işim olduğu için zaten Kadıköy'e gidecektim. Dicle'den tekir aldım ve bir güzel tava yaptım. Yanına da bol roka, kiraz domates, balzamik ve zeytinyağlı salata. Balık yenir de üzerine tatlısız olur mu. Özsüt'ten kazandibi sipariş ediverdim. E bunun üzerine bu saatte hala midem şiş ve uyuyamıyorum. Müstahak elbet. Dedim İmge'nin blogundaki sarımsak sorunsalına bir çözüm getireyim. Blogcu olmak işte böyle bir sosyal sorumluluk taşımak anlamına geliyor sevgili okur!

Sarımsak ezici ve kabak oyucu Justinus, peynir bıçağı Ludwig, tırtıklı hamur kesme aleti Fissler. Bu tür aletler alırken tavsiyem metal ağırlıklı olan ürünleri satın almak.

Not: Oğluşum hasta. Soğuk aldı. Minik burnu şıpır şıpır akıyor. Burnunu yerim ben onun!!!

19 Aralık 2008

VAPIANO ÇOK İYİ




Logoda da gördüğünüz üzere Vapiano bir pizza ve makarna restoranı. İlk restoranını yaklaşık iki sene önce Suadiye'de (Vakko'nun sokağı) açtı. Ben önünden geçer dururdum ama bir türlü içeri girmek kısmet olmamıştı. Geçen hafta sonu Cadde'de ailece dolaşırken acıktık ve ne yesek diye düşünürken Vapiano aklıma geldi. İyi ki de gelmiş. Son dönemde pizza yediğim Amerikan pizzacıları, Mezzaluna, İl Padrino, ve şu anda aklıma gelmeyen diğer İtalyan pizzacıları arasında iddia ediyorum en başarılı olanı. Ben bayıldım Vapiano'ya. Bir kere girer girmez size bir kart (kredi kartı gibi) veriliyor. Siparişleriniz bu karta yükleniyor ve çıkışta kasada ödeme yapıyorsunuz. Makarna, pizza ve salata istasyonları var. Salatalar anında istediğiniz sosla ve seçim yapabileceğiniz malzeme ile hazırlanıyor. Zaten her şey gözünüzün önünde yapılıyor. Pişirilmesi zaman aldığından pizza için çağrı aleti veriliyor ve bu alet titreştiğinde pizzanızı istasyondan alıyorsunuz. Alt katta sigara içilmiyor. Bebeğinizle rahatlıkla gidebilirsiniz. Üst kat sigara içenler için ayrılmış ki çok akıllıca çünkü alt kat onlar için ayrıldığında, havalandırma sistemi ne kadar iyi olursa olsun sigara kokusu ve dumanı maalesef üst kata bir şekilde sızıyor. Vapiano'nun bahçesi de var. ABD ve Almanya'da bolca şubeleri varmış. Alman menşeili bir şirket. Fiyatlar İstanbul'daki İtalyan pizzacılarına göre çok uygun. İtalyan pizzası servis etmelerine rağmen İtalya'da şubeleri yok. Herhalde İtalyan hükümeti izin vermiyor :o)Biz bir pizza, bir de salata söyledik ve bölüştük. Tıka basa yemek değil de doymak için iki kişiye bir pizza ve bir salata yetiyor. Pizzayı Toscana (kullanılan sucuk acı belirteyim), salatayı büyük Vapiano karışımlarından aldık. Vapiano karışımlarına tavuk, bonfile, somon veya karides ekletebiliyorsunuz. Vapiano'yu deneyin derim.

BU ADAMA BAYILIYORUM!

Yiğit Bulut'tan. Yorumsuz! (19.12.2008 Gazete Vatan)

Hepaynı yavşaklarız. com

Bugün benden “tezi-antitezi” olan ağır bir yazı beklemeyin. Bugün “hafif” olma hakkımı kullanmak ve “hafifliklere” aynı güzellik içinde cevap vermek istiyorum. Peki bu yazdıklarım ile başlıkta bahsettiğim internet sitesinin adresi arasında ne gibi bir bağlantı var? Arz edeyim. Bildiğiniz gibi 12 Eylül döneminde “havadan kaptıkları” elektrik sayesinde “Devlet ne yaptıysa herşey kötüdür” moduna girmiş bir grup “arkadaşımıza”, son dönemde “Soros abilerinin” yetiştirdiği yeni bir gurup ve onlara da başka ülkelerde “semirtilip” buraya gönderilmiş “aydınlar” eklendi.

Dediğim gibi 12 Eylül sürecinde “edindikleri” bol elektrik sonrası “ampul ” gibi ışımaya başladıkları için bu arkadaşlar “aydın” olarak toplumda yerlerini aldılar. Yukarıda verdiğim internet sitesi bu arkadaşlarımızın, “özürdiliyoruz.com” gibi açtıkları sitelerin hepsinin bir adreste toplanması için tarafımdan yaratılmış bir adres. Peki neden bu adres?

Anlatacağım... Ama ilk etapta “yavşak” kelimesinin anlamına açıklık getirmem lazım. Bu anlam dikkate alınmazsa “yanlış anlaşılabilirim” hatta hakaret ettiğim düşünülebilir. Yavşak kelimesinin sözlüklerde iki anlamı var 1. Bit yavrusu-sirke-buluğa ermemiş bit, 2. Düşünce dünyası “tutucu” olmaktan kurtulmuş-gevşemiş... Gördüğünüz gibi “kötü” bir anlam yok. Ben de “yavşak” kelimesini “düşünce dünyası gevşemiş-tutucu olmaktan uzak-her şeyi düşünebilir” anlamında kullandım...

Sevgili dostlar, Ermeniler’den özür dileme girişimine baktığımda geçmişte “Kıbrıs gitsin ne olur? Türkiye Avrupa’nın her istediği yapmalı? Türkiye’de 60 azınlık var”... gibi “fikirleri” savunan arkadaşlar tarafından ortaya konduğunu farkettim... Aynı zamanda bu arkadaşların ortak başka özellikleri de var hepsinin isimlerinde “S-O-R-O-S” harfleri geçiyor. Kimilerinin daha da küçük ortak paydaları var Amerikan helikopterleri Bekaa vadisini basıyor, bunlardan biri oradan çıkıyor, kimi Amerika’dan apar topar Türkiye’ye gazete çıkarmaya geliyor, bazıları da Türk pasaportlarının “renklerini” kıyafetleri ile uyduramadıkları için “haklı olarak” değişik renklerde Avrupa ülkesi pasaportu kullanıyorlar...

Sevgili dostlarım, benim girişimi tamamen masumane. Her olayda bu arkadaşlar karşımıza çıktığı için “bütün faaliyetlerini” bir sitede toplamaları çok mantıklı. Aslında sadece “hepaynıyavşaklarız.com” tek alternatif değil. Şunlar da olabilir “sorostanindirdikmoney.com, Turkolannevarsakötüdür.net, önceindiragangisonraeylem.org” gibi “genel toparlayıcı” isimler de olabilir...

Uzun lafın kısası bu arkadaşlar, çok çalışıp, çok yoruluyorlar ve “düşünce dünyaları” bizlere göre daha geniş olduğu için “bizden çok daha ileri detaylara” imza atıyorlar. Bu insanların birarada bulunmaları ve Türk halkının bu güzide şahıslara bir internet adresinden ulaşması daha doğru...

Not 1: “Bu sitedeki imzamı geri çekip sizin istediğiniz her yerde çıkıp yanlış yaptım diyeceğim” diyen bütün “ana sayfadaki” kurucu arkadaşlara bir teklifim var imzasını geri çeken ve çıkıp özür dileyen her birine yüzbin dolar vereceğim...Ve sonrasında benim de bir projem var, onda da çalışmak isterlerse kapım sonuna kadar açık...

Not 2: Bu girişimi aslında hiç ciddiye almıyorum. Bu isimlerin “Türkler’i temsil etme” yetkisi ve etkisi “sıfır”...Yaptıkları şuna benziyor benim bir site açıp Fransızlar adına “özür dilememe” ! “Ben ne kadar Fransa’yı temsil ediyorsam, onlar da o kadar Türkiye’yi temsil ediyorlar”.

18 Aralık 2008

TUTAMADIM KENDİMİ

Bugün Ikea'da her zamanki gibi uzun kasa sırasını beklerken hemen arkamdaki kadının Füsun Demirel olduğunu fark etmemle aklımdan geçen Züğürt Ağa, Uçurtmayı Vurmasınlar, Sıdıka, Şehnaz Tango, Eğreti Gelin ve aklıma gelmeyenler... Hiç tarzım olmamasına rağmen tutamadım kendimi. Rahatsız etmek istemiyorum sizi ama çok beğenirim, pek severim sizi dedim. Şaşıfelek'te harikaydınız diye başladım ve çenem düştü. :o) Çok kısa sohbet ettik. İnanılmaz. Nasıl mütevazi, nasıl dingin bir insan. Çok çok başarılı bir isim Füsun Demirel. Tiyatrocu, sinemacı ve çevirmen olan Füsun Demirel'in İtalyanca, İngilizce ve Almanca konuşabildiğini biliyor muydunuz? Şaşıfelek Çıkmazı'nın yeni versiyonunun çekilebileceğini söyledi. İnşallah olur. Şahsi fikrim Füsun Demirel'in kıymetinin ve nasıl bir cevher olduğunun bu ülkede yeterince anlaşılamamış olduğudur. Dilerim yeni projelerle karşımıza çıkar. Gündüz TV hiç açılmıyor bizim evde, akşam da belirli günlerde belirli saatlerde izleniyor. Bu pespayelik devam ettiği sürece de böyle olacak.

16 Aralık 2008

KISA KISA

*Deniz tarağı arıyorum. Migros, Carrefour, Macro gibi marketlere baktım bulamadım. Nerede satılıyor bu deniz tarağı bilen varsa yazsın bana lütfen.

*Mango'yu hayatımda hiç bu seneki kadar tenha görmedim. Şaşkın, Suadiye, Palladium. Bu üçünde de sezonda beğendiğiniz ürünlerin bedenini bulmanız mümkün. Gerçekten ciddi şekilde krizdeyiz. Benim bildiğim Mango'nun %70 indirime girdiği gün iğne atacak yer olmaz. Caddebostan'da işporta tişört satan bir amca var. Normalde yılbaşına 15 gün kala mal yetiştiremediğini, bu sene doğru dürüst satış olmadığını söyledi. Bizim buralarda bir sürü kapatan esnaf var. Sonumuz hayırlara çıksın ne diyeyim.

*İş görüşmesinde short list'e kaldım ama halen haber yok. Bu da zaten kötü haber demek. Firmalara sinir oluyorum, insan bir teşekkür e-postası gönderir. Nezaketen.

*Kerem muhtemelen ağacı yaparken ortalığı dağıtıp, süsleri yemeye kalkacağı için yılbaşı ağacı yapmaktan vazgeçtim. Seneye inşallah.

*Aklı olan Optimum Outlet'e gitmez. Trafik kepaze. Giriş, çıkış, otopark ayrı bir problem. E-5'in dibinde AVM inşa edilmesine nasıl izin verildi anlamadım. Optimum hafta sonları civardaki trafiği mahvediyor. Bir de bakmayın siz outlet olduğuna ben ucuz bir şey göremedim. Ucuz olanlarsa alınabilecek kalitede değil. Ülkemdeki outlet anlayışını ben anlayamıyorum.

*Soap Story'nin masaj sabunlarına (sabunlu sünger) bayıldım. Önce biraz sert geldi ama sonra alıştım. Kokuları da mükemmel. Mango aldım. Deniz mieralleri ve jojoba ile devam edeceğim sanırım. Tavsiye ederim.

14 Aralık 2008

HİNT CEVİZİ (MUSKAT) DEĞİRMENİ ve MÜZİKLİ SPATULA





Bunlar da Tchibo'dan aldığım son güzellikler. Hint cevizini rendeleyerek kullanıyordum. Şimdi işim daha kolay. Rendeleme işi benim mutfakta hoşlanmadığım işlerden biridir.

Müzikli spatula ise evlere şenlik. Doğum günleri, yıl dönümleri ve yeni yıl için malum melodiler spatulanın sapındaki tuşlarda bir parmak hareketiniz için hazır ve nazır. Bundan sonra özel günlere özel spatulamız da var. Artık sırtımız yere gelmez.

KARİDESLİ, HAVUÇLU, BEBEK ISPANAKLI RİSOTTO



Tüm tatil ve bayram boyunca zorunlu bayram ziyaretleri ve bir iş görüşmesi dışında, Kerem'le sırasıyla ilgilendik ve sırasını savan o kanepe senin bu kanepe benim yattık. Sanırım doğumdan sonra ilk kez bu kadar dinlendim. Ve işin kötüsü bu evde durma ve yatma olayına o kadar alıştık ki, Mehmet yarın nasıl işe gideceğim diye kara kara düşünüyor. :o) Bugün öğle yemeği için karidesli risotto yapmayı dün gece kafama koydum ama üzerimde bir tembellik bir tembellik. Migros Sanal Market'ten (MSM) donmuş karides (taze tercihimdir elbet ama kim uğraşacak onu ayıklamakla şimdi) ve bir kaç zerzevat siparişi verdim. Bu arada MSM kendini aşmış. Sipariş verdiğinizde onaylandığına dair SMS gönderiyorlar. Daha önce bekle bekle gelmeyen siparişim olmuştu. O yüzden benim için bu gelişme oldukça anlamlı. Gelelim tarife:


Malzemeler:

1 bardak Arborio pirinç
1 adet havuç
1 paket donmuş karides
9-10 yaprak bebek ıspanak
3-4 diş sarımsak
1 bardak beyaz şarap
Dereotu
Parmesan
Tavuk suyu
Zeytinyağı
Tereyağı
Deniz tuzu
Değirmen karabiber

Yapılışı:

Havucu rendenin büyük kısmında rendeleyin ve bir tabağa koyun. Sarımsakları soyun, ezin ve pirincin üzerine bırakın. Bebek ıspanakların saplarını ayırın. Normal ıspanak kullanıyorsanız saplardan ve devamı olan ana damardan kurtulun. Genişçe bir tava alın ve ocağın üstüne koyun. Tavuk suyunuz ısınmış olarak ocaktaki yerini alsın. Risotto için teflon wok kullanıyorum. Tavaya 2 yemek kaşığı zeytinyağı ve dilerseniz fındık kadar tereyağı atın. Ben tereyağını piştikten sonra ilave ediyorum. Hem pirinci pişirirken hem de daha sonra (iki kez) ilave edebilirsiniz. Sarımsaklı pirinci ekleyin, tuz ilave edin ve karıştırın. Tavuk suyundan bir kepçe ilave edin ve karıştırmaya devam edin. Suyu çektikçe aynı işlemi tekrarlayın. Bu süreç tahminen 17-20 dakika sürecektir. Diğer bir tavada karidesleri zeytinyağı ve tuz ile soteleyin. Havuç ve ıspanakları çiğ kullanmayı sevdiğim için sotelemedim. Pirinç al dente kıvama geldiğinde beyaz şarabı ekleyin. Beyaz şarapsız risotto düşünemiyorum. Daha sonra sotelediğiniz karidesleri, havuç ve bebek ıspanakları ekleyin. Tereyağı ilave edin. Değirmen karabiber ve az miktarda dereotu ekleyin. Servis yaparken parmesan serpin. Afiyet olsun.

YENİ YIL DİLEKLERİM-1

*Sağlık
*Huzur, mutluluk
*Yeni bir iş
*Daha çok culinary kursu
*Londra gezisi
*Kerem dertsizce bezden kurtulsun
*Kerem konuşsun
*Ekonomik krizsiz, uygar bir ülke
*Terör bitsin
*Daha az trafik magandası
*Çapraza yeni taşınan ve gecenin köründe jakuzi çalıştıran Adana'lı komşu taşınsın
*5 kg verip skinny olayım
*Feza, Serap ve Mustafa Allah'tan daha çok bulsun

to be continued...

8 Aralık 2008

BAYRAM MÜNASEBETİYLE...

Sevgili Bekir Çoşkun'dan.

Dana...


DANA kaçmadan önce etrafına bakar.

Orada duvara dayanmış, elindeki sopa yere düşmüş, sakalı uzamış, dişleri sarı, uyuklayan birisi vardır. Dana kuyruğunu sallar...

Boynuna bağlı ipi hafif bir yoklar... Yan gözle orada uyuklayanı kontrol eder...

Ve bir anda başını yukarı doğru kaldırıp ipe asılır, ipi koparır ve çitten atlayıp koşmaya başlar...

Uyuklayan adam o an aniden bağırır:

"Dana kaçtı..."

*

Bu akşam sizin televizyonlarda seyredeceğiniz, daha sonra BBC'de AB ülkelerinin vatandaşlarına gösterilecek olan "dana kovalama", olayın başlama anıdır.

Dana kaçar...

Çünkü; köyünde, ahırında, evinde, merasında kaçma huyu olmayan dananın burada kaçmasının nedeni; o başına geleceği bilir...

Hayvanlar sezerler...

Yeni doğmuş bir kedi yavrusunu aşağı doğru itiverin, tırnakları ile yerine yapıştığını, çünkü düşeceğini anladığını göreceksiniz... Bir koyuna sopa ile yanaşın... Bir kuşa yakalamak niyetiyle sokulmaya kalkın... Bir sineğe dahi avucunuzu sallayın...

Tümü sizi anlayacaktır...

*

Dana kaçar...

Yeşil meralardan, annesinden doğduğu sıcak barakadan, sevdiği otlardan, aldığı nefesten olmak istemez...

Ama insanoğlu ilk çağlardan beri önce kendi çocuklarını, sonra başka kabilelerdeki insanları, daha sonra köleleri kesti... Şimdi de danayı keserek cennete gideceğine inanır...

Üstelik "Çocuklara göstermeyin" denilen, çocuklarından gizli bir ibadettir bu.

Dana kaçar...

Yarısı boynuna bağlı ip sallanır, duvarları atlar, bahçelere sığınmaya kalkar, otoyola çıkar, şaşkın ve çaresiz koşar... Peşindeki insanlar onu bir yere sıkıştırıp yakalarlar.

Öbür danaların, koyunların, kuzuların, hatta develerin arasında ertesi sabahı bekler...

Bilenen bıçak sesleri duyulur o sabah...

Ve ayağına inen darbelerle yere yatırıldığında, canı son kez yandığında... Gözüne gözüken bir yeşil meranın ortasında, bağlanmamış tek ayağı ile...

Dana koşar...

5 Aralık 2008

İNDİRİMLERE DİKKAT!!!

%50'ye varan inidirimlere çok dikkat edin. Mağazaların kriz döneminde yeni bir strateji geliştirmiş olduklarına kanaat getirdim. Daha önce bir çok mağazanın sadece %10 - %30 arasında değişen indirimler yaptığını ve tek bir üründe veya çok az üründe (o da genelde tarafımdan asla alınmayacak ürün oluyor) %50 indirim uyguladıklarını ve vitrinlerine de "%50" kısmını iri puntoyla "'ye varan" kısmını ise sırıtmayacak derecede küçük puntoyla yazdıklarını belirtmiştim. Şöyle ki; ürünlerin üzerinde indirimli fiyatlar genelde yazılı değil. Satış elemanına sorduğunuzda sizi kasaya yönlendiriyor. Beraber okutalım diyor. Bence kendisinin okutup müşteriyi bilgilendirmesi gerek. Kasaya kadar gittiğinizde genelde mağaza müdürü, kasiyer ve satış elemanı üçlüsü (ya da ikilisi) ürünü almanız için üzerinizde baskı kuruyor. Ve siz o anda satın almak konusunda kararsızsanız ürünün size satmaları ihtimali epey yüksek. Oysa aldığınız üründeki indirim oranı çok düşük ve yüzde bilmem kaç yüz karla çalışan perakende tekstil sektörü kardan zarar ettiği halde ortalığı velveleye vermekte. Yapmanız gereken şu; kasaya gelene kadar peşinizde adeta kuyruk gibi gezinen satış elemanına kararlı bir tutumla üründeki indirim yüzdesinin sadece örn: %10 olduğunu ve hala pahalı olduğunu belirtmek. Almayacağım, teşekkür ederim demek ve mağazayı terk etmek. Bu taktirde satış elemanından muhtelemen metazori bir peki efendim veya bir şey değil veya iyi günler şeklinde bir cümle duymanız mümkün. İşte bu davranış şekli, daha doğrusu bizi yürüyen cüzdan olarak görmeleri bende antipati yaratıyor. Bazen alacağım varsa da sırf satış elemanının gereksiz bir hareketi yüzünen alışverişten vazgeçiyorum. Elbette mağazalar satış yapacaklar ancak müşterinin "ürüne bakma, beğenmeme ve satın almama" durumunun da satış süreci içinde normal bir davranış şekli olduğunu biri bunlara algılatmalı.

4 Aralık 2008

TEPPANYAKİ RESTORAN- VOYAGE BELEK

Kerem'in eski fotoğraflarına bakınıyordum. Ne bıdıkmış, ne mini mini şeymiş benim oğlum. Fena halde duygulandım. Fotoğraflara bakarken, Voyage Belek'teki Teppanyaki restoranda çekilmiş kısa bir video buldum. Pek bir arayan var bu tesisi internette. Kısa filmi yayınlıyorum. Voyage Belek'le ilgili yazım için: http://mutfakfaresi.blogspot.com/2008/07/club-voyage-belek-select.html

Dip not: Videoyu gören parmağını kaldırsın :o) Ben göremiyorum da. O kadar uğraştım tchık tchık!

TEREYAĞINDA TAZE KEKİKLE SOTELENMİŞ TAVUK BUTLARI- HAVUÇLU, KABAKLI ve KEREVİZLİ MAFALDINE




Bu akşamın mönüsü. Dün risotto yaparken tavuk suyu için haşladığım butları streçleyip dolaba kaldırmıştım. Bugün Nomu African Heat, 1 diş sarımsak, taze kekik ve biraz tuzla beraber tereyağında sotelediğim butlar pek leziz oldu. Makarna için aklımda pesto sos vardı ancak bir mutfak kazası sonucu dolmalık fıstıklar ve fesleğenim çöpe gitmek durumunda kaldı ki pek yas tuttum :o) Fesleğene bayılırım. Gitti güzelim fesleğenlerim. Buzdolabına baktım ve işe yarmayan iki adet minik kabak, 1 adet kereviz ve havuç. Tamamdır dedim. Bunları sarımsakla soteleyip üzerine de parmesan seprperim. Hem de sağlıklı bir makarna. Peynirsiz olarak Kerem de yer. Makarnaya bir de kereviz yapraklarından doğradım. Bu arada benim muhteşem dörtlüm; balkabağı, kereviz, fesleğen ve muskat (hint cevizi). Kerem bebek mafaldineleri kah yedi kah çekti uzattı oynadı, mama sandalyesinin tablası vıcık vıcık yağ içinde kaldı. Sonra yüzünü, kulaklarını yağ yaptı ve en sonunda da o yağlı elleriyle saçlarını tuttu. Aslında istediğinde kendi kendine döke saça da olsa yemek yiyor ama iş oyun noktasına gelince soluğu duşta alıyoruz.

BALKABAKLI CEZERYE




Caddebsotan Manavı'ndaki amca sağolsun sadece bir kaç dilim satın almak istediğim halde allem etti kallem etti, yarım balkabağını bana sattı. E bende balkabağına bayıldığım için aldım, eve geldim. Balkabağı çorbası pişirildi. Risotto pişirildi. Sonra rendelenmiş bir dolu kabak kaldı ortada. Bu kabaklardan ne yapsam diye düşünürken aklıma havuçtan yapılan cezerye geldi ve neden balkabağından yapmayayım diye düşündüm. Internetten cezerye tariflerine baktım çoğu bisküvili tarifler ama bisküvili bir şey yapmak istemiyorum. Hanimiş (Işıl Sözer)'in web sitesindeki cezerye tarifini yapmaya karar verdim. Yalnız ben pişirirken hiç su katmadım. Balkabağı rendesinin az da olsa tane tane kalmasını istedim. Balkabağı rendesini önce bir tencereye koydum, sonra üzerine göz kararı şeker ekledim. Biraz muskat (hint cevizi) rendeledim. Suyunu çektikten sonra ceviz ilave ettim. Mutfağımda mermer tezgah olmadığı için bir borcama boşalttım ve üzerini spatulayla düzelttim. Sonra hindistan cevizi serptim ve soğuttum. Çok lezzetli bir tatlı bu. Hazır alınan cezeryeler kadar katı olmadı ancak kesilerek servis edilebiliyor. Pek tatlı ve unlu gıdalar yemesini tercih etmediği Kerem bebek bayıldı bu tatlıya.

BALKABAKLI, ISPANAKLI ve KAJUN BAHARATLI RİSOTTO





Huzurlarınızda Pazartesi günü MSA'nın kursunda öğrendiğim risottonun fotoğrafı. Dün akşam yemeği için pişirmiştim ve anında bitti:o) Kesinlikle muhteşem bir tat. Salı günü malzemelerimi aldım. Kajun haratı ve risotto yapımında kullanılan Arborio* pirincini büyük marketlerde bulabilirsiniz. Şimdi farklı risottolar denemek lazım. Çok keyifli.

*Arborio pirinci: Tanesinin ortasında beyaz benek bulunan yarışeffaf, tombul bir pirinç. Uzunluk/genişlik oranı ve nişasta özelliklerinden dolayı ABD'de orta boy pirinç sınıfına, diğer ülkelerde ise kısa taneli pirinç sınıfına girer. En yaygın kullanım alanı Risotto'dur; bu pirinç ortası sakız gibi, etrafındaki doku da yapışkan olan bir form oluşturur.

2 Aralık 2008

BAHARATLAR: NOMU





Migros'ta keşfettiğim baharat markası Nomu. Bir baharat için Türkiye standartlarında çok pahalı. Ancak bildiğimiz baharatlardan kesinlikle farklı. Nomu Güney Afrika'lı kadın şef Tracy Foulkes tarafından geliştirilmiş bir proje. Aslında baharat değil de baharat karışımları desek daha doğru olacak. Siz elbette bu baharatları ayrı ayrı alır ya da tazesinden kendiniz elde eder ve karıştırabilirsiniz ama çok da uğraşmanıza gerek yok. Nomu gerçekten çok iyi. African Heat'i aldım ve bir gece önceden marine ettiğim tavuklarımı pişirdim. Oldukça lezzetli tavsiye ederim. Değirmen şeklinde olanları değil de "rub" olanları tercih etmekte fayda var. Web sitesinde "rub" olanlarda katkı maddesi olmadığı yazıyor. Daha fazla bilgi için: www.nomu.co.za

1 Aralık 2008

WHIRLPOOL MUTFAK SANATLARI AKADEMİSİ





Bu sabah Whirlpool Mutfak Sanatları Akademisi'ndeki (MSA) İtalyan Mutfağı- 1 kursuna katıldım. Sabah 6:30 gibi kalkış. Kerem'e kahvaltı yaptırma ve toparlanıp evden çıkma. Kerem'i, Ataşehir'e anneannemize bırakma ve sonra Etiler'de Alkent içinde yer alan MSA'daki kursa zamanında ulaşabilmek için TEM'e çıkma. Aman Allah'ım trafik korkunçtu. Ben sabahları karşıya iş için arabayla geçmeyeli iki sene oldu. Ne olacak bu İstanbul'un hali bilemiyorun. Ama bir dakika. Hamdolsun, İstanbul Allah'a emanet!!! Trafik sorunumuz da kendiliğinden çözülür bir gün herhalde.

Kursu İtalyan-İrlanda asıllı, İzmir'li levanten bir aileden gelen ve Fransa'da başaşçılık yapan Gabriele Sponza verdi. Aslında ben daha çok Çin mutfağı mönüsü olan bir kursa katılmayı istemiştim ancak mönü çok hoşuma gittiği için bu kursa katılmaya karar verdim. MSA tarafından izin verilmediği için tarifleri sizlerle maalesef paylaşamayacağım. Bu kursta mönüdeki yemekleri pişirmek dışında kerevit ayıklamayı, deniz tarağı pişirmeyi, sarımsağı soymanın kolay yolunu, ıspanak yapraklarını damardan nasıl arındıracağımı, etin nasıl dövülmesi gerektiğini, risotto pişirmenin püf noktalarını, benmari usulü tatlı pişirmeyi ve aklıma şu anda gelmeyen bazı şeyleri öğrendim. İlk defa deniz tarağı ve kerevit tattım. Kerevit'in tadı karidese benziyor. Bende çok büyük bir etki yaratmadı ama deniz tarağı muhteşem bir lezzet ancak iyi pişirmek çok önemli eğer çok pişirirseniz lastik gibi oluyormuş, az pişirirseniz de ağzınızda sıvımsı (sanırım jel gibi) bir tat oluyormuş. Kararında piştiğindeyse yemeye doyum olmuyormuş. Herşey çok keyifliydi. Gabriele Sponza'ya amatör kurslara katılanların profilini sordum. Belirli bir profil olmadığını ev hanımlarından, öğrencilere, iş insanlarına kadar farklı profilde insanların katıldığını belirtti. Böylece kendime yeni bir uğraş edindim. Bir dahaki sefere Çin mutfağına katılmayı düşünüyorum. Bu sefer İstanbul Culinary Institute veya Fenerbahçe'deki Electrolux Studio'yu deneyeceğim. Ve son olarak kursun mönüsü:

*Ispanak ve Roka Salatası Yatağında Sotelenmiş Deniz Ürünleri
(Fesleğen ve Lime Vinegrette ile)

*İtalyan Usulü Kapari ve Limonlu Bonfile
(Aromatik Domates Püre ve Arpacık Soğan Konfi ile)

*Balkabaklı ve Ispanaklı Kajun Baharatlı Risotto

*Ballı Mascarpone Mousse

Dip not: İmge, iyi ki dergiye yazı yazmışsın da çekilişte sana çıkmış culinary kursu. Bana da sebep oldun:o)

30 Kasım 2008

BAHARATLAR: Drogheria Alimentari Spice Mills





Migros'ta alışveriş yaparken keşfettiğim ve çok memnun kaldığım Drogheria Alimentari Spice Mills baharatları. Biri deniz tuzu,diğeriyse kara, kırmızı, beyaz ve yeşil tane biber karışımı. Keskin bir tadı var ve ben bayılıyorum. Tavsiye ederim.

TABURE

Abdi İpekçi Caddesi üzerinde (No: 37/2) minicik bir büfe Tabure. Bir tarihlerde Ayşe Arman yazmıştı sanırım. Biz de ağır bir yemek yerine basit bir şeyler yemek istedik ve Tabure'de mola verdik. Çavdar ekmeği ile yapılmış, kızarmış hellim peynirli, fesleğenli ve domatesli sandviç yedim. Yanında da "Yeşil" içtim. Tabure'de böyle yeşil, sarı, kırmızı gibi içecekler var. Benim içtiğimde elma, kereviz sapı, limon vardı. Aynı içecek ananasla da yapılabiliyormuş. Bu arada Ayşe Arman'ın konu ile ilgili yazısını internetten buldum aynı şeyleri şipariş ettiğimi gördüm. Bilinçaltımda mı kalmış ne. Mehmet sosisli sarma yedi ama sıradan buldu. Tabure ile ilgili fikrim şu: Evet tostları, sandviçleri lezzetli ve içecekleri de güzel ancak hepsine 28 YTL ödedik ki bu rakam İstanbul genelinde basit bir büfe için yüksek bir rakam. Elbette Nişantaşı'nın göbeğinde yer alan kömürlükten bozma bir büfe için makul olabilir. Ona lafım yok ama o fiyata başka şeyler de yenilebilir.

BALKABAĞI ÇORBASI




Şemsa Denizsel'e balkabağı çorbasının tarifini Kantin'in web sitesindeki reçeteler bölümünde yayınlayıp yayınlayamayacağını soran bir e-posta gönderdim. Henüz bir cevap gelmedi. İş başa düştü, internetten tarif aramaya başladım. Türkçe yemek sitelerinde ve yemek bloglarındaki tarifler aklıma yatmadı çünkü hiç birinde kereviz yoktu. Yabancı sitelerde yer alan tarifler içinde de tam anlamıyla budur dediğim bir tarif bulamayınca hepsinden feyzalarak :o) aşağıdaki tarif ortaya çıktı. İyi ki çıkmış çok lezzetli bir çorba. Denemenizi tavsiye ederim.


Malzemeler:

2 dilim balkabağı(2 dilim sanırım yaklaşık 500 g civarıdır)
2 küçük havuç
Avuç dolusu kereviz sapı
1 adet kuru soğan
2 diş sarımsak
Tereyağı, sıvıyağ
Taze nane
Tane kişniş
Muskat
Tuz
Değirmen karabiber
Su

Yapılışı:

Düdüklü tencereme 1 yemek kaşığından daha az tereyağı koydum. Çok az da zeytinyağı ekledim. Küp doğradığım soğanı ilave edip pembeleşinceye kadar karıştırdım. Gelişigüzel doğradığım kabak, havuç ve kereviz saplarını ilave ettim. Ezilmiş sarımsakları da ekledim. Malzemelerin üzerini biraz geçecek kadar su ilave ettim ve pişirdim. Kerem'den dolayı ve de iyot açısından yemeklerimin tuzunu mümkün olduğu kadar piştikten sonra ilave ediyorum ve çorba da bunun için uygun bir yemek. Pişen çorbayı el mikseriyle püre haline getirdim. Eğer çorbanız katı olmuşsa bir miktar kaynar su ilave edebilirsiniz. Biraz muskat rendeleyip, bir tutam tane kişniş serptim. Kerem için bir miktar ayırıp gerektiği kadar tuz serptim ve iyice karıştırdım. Servis yaparken nane yapraklarıyla süsledim ve değirmen karabiber serptim.

27 Kasım 2008

HANGİ ESPRESSO MAKİNESİ?


Zor bir konu. Kahve konusunda eğitim almış değilim. Daha önce espressoyla ilgili kısa bir post yazmıştım. Şimdi haddim olmayarak biraz daha detaya gireceğim. Espresso İtalyan kökenli ve İtalyanca "esprimere" kelimesinden geliyor, İngilizce "express" ve Türkçe "ivedilikle, çabuk yapılan" anlamında. Kısaca, öğütülmüş kahvenin belirli bir basınçla sıcak sudan çabucak geçirilmesiyle yapılan espressonun püf noktası anladığım kadarıyla bu basınç meselesi. Kahveniz çok kaliteli olabilir, gerektiği gibi çekilmiş olabilir, suyunuz iyi olabilir ama basınç miktarı da bir o kadar önemli.

Ülkemizdeki kahve zincirlerinde her ay ne kadar para harcadığınıza hiç dikkat ettiniz mi? Etmediyseniz bence bir hesaplayın. Dışarıda yoğun kahve içmeye Strabucks'la başlamıştım. Zamanla Starbucks'taki soğuk kahveleri içemez oldum. Şu anda nadir de olsa gittiğim kahve zincirleri ise Nero ve Tchibo. Bu arada Nero'nun kahveleri ne kadar iyiyse paninileri de bir o kadar berbat. Oysa ekmeği ve malzemesi iyi olan panini muhteşem bir sandviçtir. Ancak İstanbul'da adam gibi panini yapan bir yer bilmiyorum ben. (Yazarımız sesli düşünüyor: Acaba panini işine mi girsem? :o)) Balayımızda Quartier Latin'de aylaklık ederken hem mideye hem cebe hitap etmiş muhteşem paninilerin üzerine, Cadde'mizdeki Paul'e gidip hiç de makul olmayan bir fiyata patlıcanlı panini sipariş etmiş ancak son derece başarısız, arasına ızgara patlıcan ve bilumum malzeme sıkıştırılmış kuru ekmekten hallice tostumsuyu bitirememiştim. Ne diyordum ben, nereden bu konuya geldim? Efendim, sonra eve bir espresso makinesi almanın mantıklı olacağını düşündüm. Hem her an elimin altında olması iyi fikirdi. Araştırma yapmaya başladım ancak Türkçe sitelerde herhangi bir tavsiyeye rastlayamadım. Böylece amazon.com'daki kullanıcı yorumlarını okudum. İlk anladığım nokta manuel bir makineyle uğraşamayacağımdı. Dolayısıyla otomatik bir makine almalıydım. Club Med'de Nespresso'nun kapsülleri kullanıldığı için oradaki barmenlerle sohbetlerimizde bize Nespresso'nun makinesini almamızı tavsiye etmişlerdi. Bu arada mutfağım çok geniş olmadığından ve de mutfak eşyalarına meraklı olduğum için her yer tıka basa dolu olduğundan, fazla yer kaplamayan bir makine almalıydım. Kahvenin tadı da her zaman aynı olmalıydı ki bu da kapsüllü makine demekti. Araştırmalarım beni Nespresso'ya götürdü. Kapsülün güzelliği kahveyi uzun süre taze saklayabilmesinde. Ayrıca makine parçalarını kahveden temizlemekle uğraşmıyorsunuz ve her zaman aynı sonucu daha doğrusu aynı tadı alıyorsunuz. Nespresso'nun ürün gamı oldukça zengin. Kafeinsiz ve lungo karışımları ve ayrıca her sene değiştirdikleri limited edition karışımları mevcut. Geç saatte kahve içmek istediğimde kafeinsiz içiyorum ki sabaha kadar tavanı seyretmeyeyim. Nespresso dışında Saeco, Gaggia veya Cimbali alternatif olabilir. Ancak fiyat fayda oranı açısından bence eve alınabilecek en iyi makine Nespresso gibi görünüyor. Paranız çoksa siz bilirsiniz elbet. Arman Kırım'ın da bu konuda bir yazısını okuyunca ne yalan söyleyeyim içim rahatlamıştı. Nespresso'nun makine fiyatları benim aldığım döneme göre daha da düşmüş ve artık elektronik marketlerde de satılıyor. Arman Kırım'ın espresso ile ilgili yazıları için:

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?viewid=482894

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=9183786&yazarid=123

Nespresso'nun web sitesi için: www.nespresso.com.tr

Bir de küçük not, evde kahve yaparken Monin ve Torani'nin şuruplarını kullanabilirsiniz. Kadıköy'deki Brezilya Kurukahvecisi'nde kahve şuruplarını bulabilirsiniz. Ancak sugar free olanları yok. Kadıköy dışındakiler şarküterilerde, gurme marketlerde bu şurupları bulabilirler.

Makineleri netten inceleyebileceğiniz için ben evdeki espresso fincanlarımı konu için fotoğrafladım. Ve bir de sevgili okur, gönül isterdi ki hafta sonu atlayalım uçağa gidelim Trieste'deki Cafe İlly'de içelim espressomuzu. Di mi ama? Çok mu uçtum? Derhal kafaya sopa yiyen smiley ikonu yazıyorum ve kendime geliyorum :o)

Not: Bir şekilde link girdiğimde almıyor, o yüzden bold yazmak zorunda kaldım. Artık copy-paste yaparsınız napalım.

Pizza mista della Mare Nera, Engin Ardıç 27.11.2008 Sabah

Dante'nin "Divina Commedia" isimli dev eserinden bir dize okumadınız, bu satırı ünlü İtalyan şairlerinden Leopardi ya da Marinetti falan da yazmış değildir...
Fatih Terim'e ( "imperatore!" ) ya da onun İtalyanca hocası Donatella'ya sorarsanız da bilemezler.
Çünkü garson Hıdır yazmış.
Pizza mista della Mare Nera, "karışık Karadeniz pidesi" demek.
Fakat, Türkçesi'ni "Hacı Baba'nın Fırını" gibi biryerlerde altı ya da sekiz liraya yiyebilirken, İtalyanca isterseniz otuz altı lira yazarlar. Gözümle gördüm.
Doksanlı yıllarda, önce İstanbul'da, sonra Ankara'da "yeni zengin söğüşleme merkezleri" pıtırak gibi açıldı.
Bunlar genellikle yeni burjuvazinin tepiştiği Levent-Etiler taraflarında, hani Levent ve Etiler'i bizim çocukluğumuzda Levent ve Etiler yapan "bahçe içinde iki katlı evlerden" tornistan lokantalardı.
"Manita götürülen balık lokantalarından" farklıydı bunlar, buralarda öğle vakti iş yemekleri yeniyor, akşamları da mum ve şarap eşliğinde, yabancı filmlerde görülen muhabbetler taklit ediliyordu... (Yalnızca salatayla beslenen "iş kadınlarının" proteini nereden aldıklarını da bir türlü anlayamadım hayatım boyunca, öğle yemeğinde şarabı çeken işadamının öğleden sonra nasıl çalışabildiğini, toplantılara falan nasıl girebildiğini de...)
Bu tür lokantaların bütün numaraları, heryerde bulunabilecek yemeklerin fiyatlarını dörde beşe katlamaktı.
Yeni zengin, ürünün pahalı olunca iyi olduğunu varsayıyordu.
İskender yerine Alexander yemeye başlamıştı!
Anadolu içlerinden gelip balıkla yeni tanışan ve bizim kediye verdiğimiz istavrite üç yüz lira ödeyen, böylece yanındaki manitaya hava atan da aynı tuzağa düşüyordu, buralara uyum sağlayamayıp rahatsız olan ve sonunda gene soluğu "Hacının Kayınçosunun Bacanağının Yeri" gibilerden lüks kebapçılarda alan "mafya kokulu" karanlık adamlar da, alafranga takılan bankacı mankacı plaza çocukları da...
Bunun da dönem dönem "modası" vardı. Bir kış bütün yeni zengin takımı bir tek lokantaya akın ediyor, kapılardan dönülüyor, masa bulmak için millet birbirini yiyor, ertesi kış hoop başka bir lokanta moda olunca herkes oraya geçiveriyor, aynı "izdiham" bu kez orada yaşanırken eskisi bomboş kalıveriyordu...
Sonra daha "ciddi" lokantalar da açıldı tabii, artık "tempura" bulmak da mümkündü (Japon usulü karides tava), bizim Hakan'ın kavından ucuza kapatılmış Chateau Petrus şarabı da...
Fakat "söğüşleme" düzeni hep aynı kaldı.
Çünkü amaçlardan biri ve en önemlisi de karın doyurmak değil, orada kendi sınıfdaşlarına kendini göstermekti, "ispatı vücut" yani... Para sorun değildi.
Gazeteci arkadaşımız Bülent Cankurt ünlü bir lokantaya gitmiş, iki tabak makarna, bir diyet kola ve bir kahveye yüz on altı lira bayılmış, "kriz buralara uğramamış" diyor...
Uğramaz. Yeni Türk zengini, İtalya'da kamyon sürücülerinin ve tarım ırgatlarının içtiği Chianti'yi "lüks şarap" sandığı sürece uğramaz.

Dip not: Bu yazıya sitede yer vermem, yazarı sevdiğim anlamına gelmiyor.

24 Kasım 2008

EKSPRES NOTLAR

*Özsüt çikolatalı eklerin tadını ve kalitesini bozmuş. Çikolata parçaları (kriz mi müsebbip acep?) yokolmuş. Mönüye çikolatalı yerine kakaolu ekler yazsalar olur kanımca. Abidik gubidik işlerle ilgilenme modumda olduğum için üşenmedim ve web siteleri üzerinden ilettim mazuratımı. Tık yok.

*City's Cookshop'ta teriyaki soslu biftek yedim ve beğenmedim. Yanında servis edilen ıspanak aşırı tuzluydu, tansiyonu olanı götürüverirdi maazallah. Bir de Cookshop'un servis ettiği ekmekler Bakery yazısına yakışacak nitelikte olmalı. Şu anda sunulan ekmekleri evde soframa koymam.

* Mudo Garage için Maslak'a gitmeye gerek kalmadı. Nişantaşı mağazası açılmış. Ancak haberim oldu. Her ikisini de hafta sonu teftiş ettim. Nişantaşı'na gitmek kafi.

*Mağazalar indirime girdiğinde Cadde şubelerinde bir şey bulmak mümkün değil anında talan ediyor hatun kişiler. Dirsek atmaca, ittirmece de cabası. Zaten bebekle ve pusetle gitmek ayrı bir yazı konusu. Size indirime giren mağazalarda rahatça alışveriş yapılacak adresi veriyorum: Palladium. Mango'da %50 'ye varan indirim başladı ve ilk gün sabah saatlerinde Palladium Mango bomboştu. Önceden göz koyduğum dekolte elbiseyi rahatlıkla deneyip alabildim.

*Nişantaşı'nda açılan Muji'ye bakındım durdum. Eşyanın yalın hali. Vallahi güzel şeyler var tamam ama benzer şeyleri çok daha ucuza İkea'da bulmak mümkün. Nişantaşı insanını gayet ilgili gördüm mağazayla.

*Eski postlardan birinde Backhaus'tan bahsetmiştim. Benim bildiğim İstinye Park ve Nişantaşı'nda şubeleri var. Tatlı kurabiyeleri gayet başarılı ancak zeytinli ciabatta için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Denemeyin bile.


* Ve son olarak mağazalardan gelen indirim mesajlarından fenalık geldi. Aman dikkatli olun. Genelde %50'ye varan indirimlerden bahsediliyor ama tamamen müşteri çekme mantıklı ucuz pazarlama numaraları çoğu. Gidiyorsunuz bazılarında tek bir ürün o da en ucube olanı %50 inmiş bazen bir tane bile %50 indirime giren ürüne rastlamıyorsunuz.

22 Kasım 2008

KANTİN ve MUHTEŞEM BALKABAĞI ÇORBASI

Uzun süredir gitmek istediğim ve sahibi aynı zamanda da aşçısı Şemsa Denizsel ile ilgili bir çok yazı okuduğum Nişantaşı Kantin'e sonunda bugün gidebildik. Kantin, Akkavak Sokak'ta bir apartman dairesinde faaliyet gösteriyor. Yeri kısıtlı olduğu için küçük masalarla servis veriyor ancak masalar arasındaki mesafe hiç fena değil, pek rahatsızlık duymuyorsunuz. Müşteri profili düzgün ve benzer olduğu için de sorun yaşamayacağınız bir restoran. Kapıdan girip sağa döndüğünüzde sigara içilebilen ön kısımda oturabiliyorsunuz. Sola dönerseniz arka tarafa bakan ve sadece bir kaç masanın yer aldığı sigara içilmeyen bölümde yemeğinizi yiyebilirsiniz, ki biz de yemek yerken sigara dumanına tahammül edemediğimiz için bu bölümü tercih ettik. Kantin'de günün mönüsü duvarda asılı karatahtaya yazılıyor. Yemeklerle ilgili detayları servis elemanlarına sorabilirsiniz, mönüye son derece hakimler. Gelelim Şemsa Denizsel'in kim olduğuna. Şemsa Denizsel Londra'da Halkla İlişkiler üzerine eğitim almış. Sonra çeşitli basın kuruluşlarında ve reklam kampanyalarında yemek fotoğrafı stilisti olarak çalışmış. 2000 senesinde esnaf lokantalarından ilham alarak, öğle yemeği servisi vermek fikriyle Kantin'i açmış. Ve bilenler biliyor. Kantin zamanla bir Nişantaşı klasiği olmuş. Ben web sitesindeki "yemek gibi yemek" cümlesini pek sevdim. Kaliteli malzemeler kullanmaya özen göstermelerini de. Peki ne yedik ne içtik? Açılışı balkabağı çorbası ile yaptık ki, tek kelimeyle muhteşemdi. Tatlı yemeyi planladığım için, yarım porsiyon çorba sipariş ettiğime hayıflandım. Görüntü, sunum, koku ve lezzet olarak kesinlikle muhteşemdi. Baharatların çok iyi kullanılmış olduğunu düşündüm. Ne rahatsız edecek kadar fazla ne de eksik. Kantin'in web sitesindeki reçeteler bölümüne baktım ama tarifi yoktu. Umarım Şemsa Hanım, tarifi elbette sır değilse :o), en kısa zamanda yayınlar da biz de evde yapabiliriz. Yoksa Nişantaşı'na her gittiğimde o gün mönüde balkabağı çorbası var mı diye bakabilirim. Ana yemek olarak ben çinekop, Mehmet'se közbiberli piliç sarma tercih ettik. Bu arada servis elemanına tavsiye edebileceği, Kantin'e özeldir diyebileceği bir şey olup olmadığını sordum ve bana organik haşlanmış mevsim sebzelerini önerdi. Pek aklıma yatmasa da boş bulunup sipariş ettim ki tahmin ettiğim üzere lezzetli ancak özelliksiz bir tercihti. Fırında pişirilmiş çinekopları pek beğendim ama yanında servis edilen patates için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Tabakta çok çok hoşuma giden şeyse limon mandalıydı. Ben bu ismi taktım. Bildiğiniz limon dilimi mandalımsı bir nesneye takılmıştı ve limon suyunun akması için hafifçe bastırmanız yeterli oluyordu. Daha önce lüks geçinen balık restoranlarında bile böyle bir nesneye rastlamadım. Ne elinize limon bulaşıyor, ne de sağa sola sıçrıyor. Küçük bir detay belki ama bana pek hoş geldi. Közbiberli piliç sarma servis edilince elbette ben de tattım ve halen tavuk etiyle aram olmamasına rağmen pek lezzetli buldum. Bendeniz su içmeyi tercih ederken, Mehmet taze nar ve portakal karışımı içti. Taze meyve suyu servis ettikleri bardaklarını küçük ve miktarı az bulduğumu belirtmem gerek. Kırıntı'daki dev bardaklara alışık olduğumdandır belki bilemiyorum. Cheesecake veya günün tatlısı portakallı up side-down yemeyi planlamıştım ama midemden doydum sinyalini alınca vazgeçtim ve başka bir sefere sırf tatlı-kahve faslı için gelmeye karar verdim. Şimdi biraz fiyatlardan bahsedeyim. Balkabağı çorbası 5,5 YTL, çinekop 19,5 YTL, közbiberli piliç sarma 15,5 YTL ve organik sebzeler 15,5 ytl. Bu arada yemek listesi mevsime göre değişiyormuş. Aklım rozbifli salatada, pizza benzeri çıtırlarda ve bir de tatlılarda kalarak Kantin'den ayrıldık. Bir de hala düşünüyorum balkabağı çorbasında muskat mı vardı, kruton dışında kereviz de doğranmış olabilir miydi? Çözemedim ama en kısa zamanda balkabağı çorbası pişireceğim o kesin. Son olarak sizleri Şemsa Denizsel'in ilk olarak Defne Koryürek'in blogunda yer alan (http://fikirsahibidamaklar.blogspot.com)
hoşuma giden, beni gülümseten ve özellikle "yemek yemeye değil görünmeye gidiyorlar bölümüne tamamen katıldığım" yazısıyla baş başa bırakmak istiyorum (umarım Şemsa Hanım alıntı yaptığım için bana kızmaz):

“SALATA DİDİKLEMEK” YADA “YEMEK YEMEK”

Nedir bu yemeğe çıkıldığında, özellikle öğlenleri, “salata yeme” durumu? Yada acaba “kadınların salata yeme” ... durumu mu demeliyiz? Nişantaşı, Etiler veya Bağdat Caddesi cafe ve lokantalarına öğle saatlerinde yolunuz düşerse, masalardaki nüfus çoğunluğunun kadın olduğunu ve bunların da çoğunun salata yediğini görürsünüz. İşin kötüsü bu salatalar iştahla yenmemektedir. Tadları kötü olduğu için mi? Kimisi olabilir ama kötüyse de bu kadınlar üst üste hergün, tekrar tekrar, bu salataları sipariş etmezlerdi. Hayır mesele tatsızlık falan değil. Bu salatalar yenmiyor, didikleniyor! Yeni bir yeme şeklinin ifadesi bu. “Salata didikleniyor”. İştahsız küçük çocukların yaptığı, lokmaların ağızda büyümesi, bir yanaktan öbür yanağa transfer olması, eh, yaş itibariyle şık olmayacağı için mecburen tabaktaki salatalar çatalın yardımıyla, belli bir tavırla tabakta oradan oraya itiliyor, belli bir itinayla aralardan göze kestirilen bir lokma, miniminnacık bir lokma, isteksizce ağıza götürülüyor ve yavaş yavaş çiğneniyor. Ve çoğu zamanda uzun uzun çiğnenip sindirimin ağızda başladığı kanıtlanıyor. Şimdi bu bir tavır.

Bir diğer tavır ise şöyle gözlemlenebilir: bu kalabalığın arasında daha az sayıdaki erkekler ve kadın kalabalığının içindeki azınlıkta kalan bazı kadınlar ise “yemek yemek”tedir. Yani normal veya ileri düzeyde bir iştahla önlerindeki salata dışı, gerçek yemekleri yiyenler. En temel içgüdüyü sağlıklı bir biçimde yerine getirenler. Yani, normal insanoğlu.

Bu iki tavrı birbirinin tam karşıtı olarak algılıyorum. Nedir mesele? Anladığımı söyleyemiyeceğim. Salata sevmediğim düşünülmesin. İyi malzemeyle layıkıyla yapılmış bir salata da iştah açıcı bir yemek olabilir. Ama buradaki anahtar kelime “iştah açıcı”. Tamamen farklı mekanlarda birbirinin aynı salatalar, -yani atom salata veya en iyi ihtimalle mesclun yeşillikler üstü aynı tavuk/et/deniz mahsulleri- benzer tabak tanzimleri ile yaratıcılıktan tamamen uzakta birbirinin daha iyi veya daha kötü kopyası salatalar. Hep aynı, hep aynı!

Sebep hafif bir şeyler yiyivermek mi? Hani öğleden sonra çalışılıyor ya. Sebep, yada sebeplerden biri bu olabilir. Ama o koca mönülerde hafif, ağırlık yapmayacak – yani, insanın uykusunu getirmeyecek- başka hiç bir seçenek yok mu? Eğer gerçekten yoksa, o mekanların sahiplerine-işletmecilerine-aşçılarına toptan yuh. Ama genelde durum öyle olmuyor. Mönülerde ağırıyla hafifiyle pek çok seçenek bulunuyor. Haa, siz beğenmiyorsanız başka yere gidilebilir. Hoş pek çok diğer mekanda da mönüler genellikle nerdeyse fotokopi mantığıyla hazırlanmış oluyor. İfadeler değişiyor, tanımlamalar farklılaşıyor ama yemekler hep aynı. Neyse, bu tamamen başka bir konu: Koskoca İstanbul’da yaratıcı davranabilen kaç yemekçi var? Ve bu yemekleri koyabilecek kaç cesaretli işletmeci var? Yada alıştığının dışında farklı lezzetleri denemek isteyecek kaç müşteri var? Ama dediğim gibi bu başka bir yazının konusu.

Geri dönelim.

“Ay bi salata yiyecem!” Herkes mi diyette? Yada “ay bi salata yiyicem” bu kadar mı trendi bir durum? N’oldu hani, “dolma yiyicem” yada “şöyle kanlı bir bonfile yiyicem”e? İŞTAH NERDE, İŞTAH? Bu yemek karşısında kırıtma durumu da nerden çıktı? Yemeğin bir nimet olduğu unutuldu mu yada nimet çeşit ve bolluğu var da, yemeğin önemi mi kalmadı?

Şimdi daimi diyette olanları ele alalım. Tercihten yada mecburiyetten diyet yapılıyor olabilir. Peki, bu diyetler ne çapta bilinçle yapılıyor? O salataları yiyen hanımlar çoğu zaman yedikleri salataların, içindeki malzemesi ve sosuyla inanılmaz kaloriler içerebileceğinin farkındalar mı? Yada salata mıdır tek rejim yemeği? Sağlıklı başka seçenekler yok mudur? Sorunun cevabı, var, ama onlar bilincinde değiller. Yada, belki de daha doğrusu, bu aslında diyet yapıldığı için tercih edilen bir durum değildir. Bu halihazırda geçerli olan şık-cool-trendi bir tavırdır.

Nedir bu tavır? Ben anlamıyorum. Anlayabilenlerin beni de aydınlatması için ricacıyım. Zira, tekrarlıyorum, bunun diyetle ilgili bir durum olduğuna inanmıyorum. Yemek yemenin temel bir içgüdü olmasının dışında önemleri var. Bir keyif, bir tatmin, bir paylaşma, bir keşif... pekçok kişi için pekçok anlamı içinde taşıyan bir eylem. Ama ne zamandır bir suçluluğu da içinde barındırır oldu, tam kestiremiyorum. Bu, zayıflığın moda olmasıyla başlamış olabilir. Ama, bence dış görünüşlerin, dünyaya fiziksel ve davranışsal olarak nasıl yansıdığımızın belli çevreler için en önemli olduğu zaman başladı. Zayıf gözükmenin yanı sıra, zayıf gibi davranmanın da şart olmasıyla başladı. Trendleri takip eden, sadece gözüken ve pazarlanan dünyanın birincil öneme taşındığı bir toplumun işi olarak yansıyor. Yemek yiyen ve bundan keyif alan herkes şişman mıdır? İmaj bu! Ama nice sağlıklı kilolardaki insanların yemeğe düşkün olduklarını da göz ardı etmeyelim. Lezzet düşkünleri ille de şişman olmaz. Lezzetli ve kaliteli yemekler yemenin, çok yemekle karıştırılmaması lazım.

Yemek yemeyen ama sürekli yemeğe çıkan bir kesim var. Bunların çoğu o mekanlara gerçekten yemekleri iyi olduğu için gitmiyorlar. Oralarda gözükmek “in”. Sakın yanlış anlaşılmasın, yemek sosyal bir olaydır ve paylaşıldıkça güzelleşir. Nasıl bir ortamda, hangi ambiyansta, nasıl sunulduğu, servisin kalitesi, sofranın kimlerle paylaşıldığı çok ama çok önemlidir. Ama hiçbir zaman yemeğin kendisinden daha önemli değildir. İngilizcede “eşitler arasında birinci” (first among equals) diye bir tanımlama var. Yemek, ambiyans, servis ve sunum arasında da işte böyle bir durum vardır. Hepsi çok önemlidir; hepsi birbirini tamamlar; amma... Bu, özellikle, bizim ülkemizde her zaman böyle değil. Londra, Paris yada NewYork gibi dünya yemek başkentlerinde, söylediğim “eşitler arasında birinci” kuralı geçerli. Eğer bir mekanın yemeği iyi değilse, diğer konularda ağzıyla kuş tutsa gene de olmuyor. Ama, maalesef bu bizim ülkemiz için geçerli değil. Ambiyans ve doğru PR (halkla ilişkiler) bizde işi bitiriyor. Neden? Bu mekanlara gidenlerin çoğunun yemek hakkında bir fikri yok. O yada bu yemek yazarının, (hatta bazen yemek yazarı olmayanların) methetmesi ve popülerliği takip eden bazı basın organlarının mekanı “in” ilan etmesi yetiyor. Bir diğer kesim içinse yazılı basınla olmasa da kendi içlerindeki PR mekanızması sonucu –yani, belirli bir kişi ve grubun tercih etmesi ile- başarıya ulaşan mekanlar oluyor. Zaten çoğunlukla da bu şekilde isimlenen mekanları daha sonra yemek yazarları ve basın ‘keşfediyor’ ve o mekanı pazarlıyor. Pazarlama diyerek, bu yemek yazarlarının bu işlerden bir gelir elde etiğini kastettiğim sanılmasın. Yada bu yemek yazarlarını onaylamadığım düşünülmesin. Kimseyi onaylamak yada onaylamamak benim haddime düşmez. Üstelik bunun bir sektör olduğu unutulamaz. Ve bu sektörü yaratanların sadece yemekçiler veya işletmecilerle kısıtlı olmadığı. Ticari anlamda ciddi paraların döndüğü, üretenden başlayan, sonucu yiyen müşteriye uzanan bir zincir bu. Ve yemek eleştirmenleri de bunun çok önemli bir parçası. Sadece, bu eleştirmenlerin hepsi yeterince bilgili olmadığı için, oturdukları köşeleri hakeden sayısı çok az. Bazıları ise yemek konusunda gerçekten bilgili, becerikli, meraklı ve açık. Ama zaten onların yazıları da ona göre oluyor ve anlaşılıyor.

Neyse, konuyu iyice dağıttım. Mesele yemek eleştirmenleri veya sektör değil. Yemekle ilgili oluşmuş tavır. Yemek yükselen bir trend. Avrupa veya Amerika’da halen geçerli olmakla beraber, bu trend artık yaşlandı. Bizde ise, bence, Nişantaşı Downtown’ın açılmasıyla ilk tohumlarını atmış, kıpırdanmaya başlamış bir trend. Türkiye için bir ilk olan, okuyup gelmiş ve profesyonel olarak çalışan bir KADIN şefle (Ceren Büke), yakışıklı ve okullu bir erkek şefin (Mehmet Gürs) yönetiminde doğru zamanlamayla ve doğru bağlantılarla açılmış olan Downtown, bu trendi Türkiye’de başlatan mekan oldu. Onu diğer mekanlardan ayıran ise bu iki şef oldu. Zira o zamana kadar Türkiye’de yemeği kimin pişirdiği bilinmezdi. Ki bu genelde Bolu’lu ustalar olurdu. İsimsiz Bolu’lu ustalar. Yemek pişirene isim verilmesi bu iki kişiyle oldu. Ve Türkiye için yeni bir dönem başladı. Yemekle ilgili herşey, malzemeden pişirmeye, pişirenden yiyene herşey farklı önemler kazandı. Ve bunlara verilen önem de gittikçe artıyor.

Ama peki, yemeğin kendisinin ve ondan alınabilecek keyiflerin de bu kadar önemsendiği bu duruma rağmen, niye bu kadınlar ve bazı erkekler hala salata didikliyorlar? Üstelik orta sınıf insanımız için dışarıda yenebilecek yemeğe verilecek para, artık bu durumu imkansız kılarken, ve bu keyifleri sadece belli bir kazanç seviyesinin üstündekiler yapabilirken. O şık mekanları dolaşan, belli bir eğitim seviyesinin üstünde olduğunu varsaydığımız, ve trendleri esas takip eden bu kitle niye hala sadece salata didikliyor? Mevsimlik, kaliteli malzeme kullanarak layikiyle pişmiş yemekler, ve bunlar için duyulan iştah nerede?

Benim kendi dükkanımda gördüğüm, iyi yemeğe meraklı bir kitle var. Ama bunlar kendilerini ortaya atmış, sağda solda fotoğrafları çıkanlar değil. Maddi durumu ve eğitim düzeyi hangi seviyede olursa olsun, yemeğe önem veren insanlar var. Kadınlar, bu kitlenin içinde, üzülerek söylüyorum ki, çoğunluğu oluşturmuyorlar. Erkekler yemeğe daha düşkünler. Miktar olarak daha çok yiyebilmelerinden bahsetmiyorum. Yediklerini iştahla yemelerini kastediyorum. Zaten genel olarak tüm cafe ve lokantalarda iştahla “yemek yiyen”lerin çoğunluğu erkek oluyor. Diğerleri ise salata yada önlerindeki diğer herhangi bir yemeği “didikliyorlar”. Ama ne mutlu bana ki, benim dükkanımda, diyette olsa bile yediği ufacık bir porsiyonu keyif alarak yiyen kadın ve erkekler var. Ve ben onlar için yemek pişiriyorum.

20 Kasım 2008

KLASİK ARABALAR MÜZAYEDESİ, 23.11.2008




Araştırmacı blogcunuz yemedi, içmedi, uyumadı sizin için Pazar günü aktivitesi araştırıp buldu. Şaka bir yana alıp almamak dert değil o arabaları görebilmek bile büyük bir keyiftir bence. Antika arabalara meraklıysanız bu Pazar, Boğaziçi Üniversitesi Uçaksavar Kampüsü'nde 125 adet araba sizi bekliyor. Konu ile ilgili detay için www.traraba.com'dan alıntı yapıyorum:

"Müzayedeyi düzenleyen TR Classic Car dergisinin sahibi Bülent Aydın, otomobilleri bulmak için Anadolu’yu gezdiklerini belirterek ‘Altı ayda 50 bin kilometre yol yaptık’ diyor

Sokağa çıktığınızda hemen fark edersiniz onları. Bir kovanın içindeki boncuklar arasında inci tanesine benzer klasik otomobiller. Sahiplerinin, çocuğunun hafif bir öksürüğünde telaşlanan anneler gibi üzerine titrediği otomobillerdendir bunlar. Klasik otomobile sahip olanların tipik davranışları vardır: Arabalarını parlatmaktan vazgeçmezler, devamlı yağını, suyunu, motor aksamlarını kontrol ederler… Son yıllarda hareketlenen klasik otomobil dünyasının gündeminde önemli bir müzayede var. Bu müzayedede tam 125 klasik otomobil yeni sahipleriyle tanışacak.

En Eskisi 93 Yaşında

TR Classic Car adlı dergi, 23 Kasım pazar günü saat 13.00’te, Etiler’deki Boğaziçi Üniversitesi Uçaksavar Kampusu’nda üç gün sürecek olan bir müzayede düzenliyor. Kampus içerisindeki kapalı katlı otopark ve Ayhan Şahenk Salonu’ndaki müzayedede, kişisel koleksiyonlar, garajlar, atölyelerden çıkan ve yurtdışından getirilen 125 antika, klasik otomobil açık artırma usulüyle satışa çıkarılacak. Müzayedede 1915-1986 yılları arasında Ford’dan Chevrolet’ye, Mercedes’ten Cadillac’a, Oldsmobile’den Buick’e kadar varlığını bugün de devam ettiren ya da otomotiv dünyasında tarih olmuş markaların modelleri olacak. Müzayedede en pahalı otomobil 1958 Mercedes Benz 190 SL. Üstü açık spor otomobilin açılış fiyatı 155 bin YTL. En eski otomobil ise 1915 model Ford Model-T Bucket… Bu otomobil 39 bin YTL açılış fiyatıyla satışa sunulacak.
Yurtdışındaki müzayedelerin, klasik otomobil dünyasında piyasa oluşumu için en önemli etkinlik olduğunu ifade eden TR Classic Car Dergisi Sahibi ve Yayın Yönetmeni Bülent Aydın, müzayede ile ilgili olarak şu bilgileri veriyor:

Envanter Çalışması Var

‘‘Klasik otomobilcilik, sevgi unsurunun yanı sıra ticari unsurunun da olduğu bir hobi. Ticari unsur, özellikle yurtdışında daha ön planda. Örneğin Almanya’da klasik otomobil piyasasında yılda 5 milyar euro’luk bir ciro dönüyor. ABD’de bir günlük müzayedede 8 bin araç satılabiliyor. Yurtdışında bu hobinin ticari unsuru, sevgi unsurunu besliyor. Türkiye’de klasik otomobil dünyasının en büyük eksikliği olan müzayedeyi gerçekleştirmek ve rutin bir organizasyon haline getirmek için başlattığımız bu uygulamaya şimdiden büyük ilgi var.’

Açık artırmaya çıkarılan araçları kişisel koleksiyonlar ve ithalat yolu ile yurtdışından temin ettiklerini belirten Aydın, ‘Bir süredir Türkiye’nin klasik otomobil envanterini çıkarmak için çalışıyoruz. Bu müzayede, bu amaca da hizmet edecek. Ellerinde klasik araç bulunduranları ve bu araçları satmayı düşünenleri hem bu envanter çalışması hem de müzayede organizasyonu için bizimle iletişime geçmeye çağırıyoruz. Eksperlerimiz tarafından incelenecek araçlar, değerlendirme sonrası müzayedeye kabul edilecek’ diye konuşuyor.

Define Avcısı Gibi Çalıştık

Açık artırmadan satılacak araçların birçoğunu sekiz kişilik ekip halinde Anadolu’yu dolaşarak bulduklarını anlatan Aydın şöyle devam ediyor: ‘Adeta define avcıları gibi çalıştık. Son altı ayda bu araçları bulabilmek için 50 bin kilometre yol yaptık. Klasik otomobil değişik bir olay. Gidersiniz, dağın tepesinde bir köşeye atılmış bir araba görürsünüz. Arabanın sahibinin gözünde o hurdadır, kullanılamaz. Ama öyle bir toplarsınız ki aslında değeri 100 bin YTL’dir.’

Prenses Süreyya’nın makam aracı satılacak

BİR otomobilin klasik olup olmadığını nasıl anlarız? Hangi araçlar klasik otomobil sınıfında yer alır. Bülent Aydın’a göre burada en önemli unsurlardan biri aracın CV’si yani özgeçmişi. Kim tarafından kullanıldığı, kaç adet bulunduğu, orijinalliği, ne derece bakımlığı olduğu… Aydın, özellikle Hatırla Sevgili tarzı dizilerden sonra klasik arabalara ilginin daha da arttığını ve bu dizilerde kullanılan dönem arabalarının gözde olmaya başladığını anlatıyor: ‘Klasik otomobili bir prensesin veya ünlü bir ismin kullanmış olması ve kime ait olduğu çok önemli. Değerini arttırır. Bizde bir Bentley var ki Türkiye’de toplam sayısı iki, bu araç vakti zamanında Türkiye’ye gelmiş. Getiren kişi 20 yıl o arabayı gümrükten çekememiş. Ondan sonra bir kişide kalmış ve bu araç hala onda. Bu durum, otomobilin değerini artırıyor. Prenses Süreyya’nın makam aracı olarak kullandığı bir Lincoln var. Daha sonra aynı araç Sevan Bıçakçı’ya geçmiş. Bu tür ayrıntılar önemli.’

HOŞGELDİN "TERRIBLE TWO"!


Son iki haftadır Kerem'e bir haller oldu. Kafayı iki yana sallayıp herşeye olmasa da bir dolu şeye itiraz etme, pusete oturmama, otursa da bağırıp çağırma, altını temizletmemek için direnme ve poposunda bezi yokken evin içinde deli danalar gibi dolaşma, istediği yapılmayınca ağlama ve bağırma, yemek yememe, bana kafa atma (gerçekten kafa atıyor burnumu ve dişlerimi korumaya çalışıyorum), dışarıda yere yatma bugün Marks&Spencer'da yere yapıştı ben de kaldırmadım "devam et" dedim ama yemedi, kaldırmak gerekiyormuş çünkü aynen devam ediyor. Vallahi attan düşmüş gibiyim. Şaşmış durumdayım. İnanılmaz bir hal ve tavır değişikliği. Sabah saat 5:30-6:00 gibi ağlayarak uyanıyor. Şanslıysak bezini değişiyoruz ve biraz su içip saat 7'ye kadar üzerimde yatar pozisyonda uyuyoruz yoksa kalkıp üstümüzü değiştiriyoruz ve mutfağa geçiyoruz. Haşmet, mama sandalyesine kuruluyor ve "anne anne anne anne..." şeklinde boğazından süt, ekmek ve peynir geçene kadar tekrarlayıp bağırıyor. Kahvaltı faslı bitiyor ve salona ya da oturma odasına geçiliyor. Bu aralar favori oyuncağımız "Patates Kafa ve Arkadaşları". Arkadaşları mısır ve de havuç kafa.:o) Aslında bu oyuncak 2+ için ama benim oğlum Migros'ta oyuncağı görünce tutturdu da tutturdu. Böyle durumlarda ilgisini dağıtıp oyuncakları elinden alıp bıraktırıyorum ya da kendiliğinden bırakıyordu ama bu sefer ne yaptıysam olmadı ben de aldım gitti. Bu üç elemanın kolları, yüzleri şapkaları(kulaklar dahil) ve ayakları takılıp çıkabiliyor. Yani "mix'n match" bir oyuncak. Ancak bizim aldığımız versiyonda yutabileceği çok minik parçalar yok temel uzuvlar var. Ne diyordum işte her sabah takıyoruz, çıkarıyoruz kolları bacakları sabahın köründe. Ama sevgili Okur, ben bu "terrible two" olayını daha geç bekliyordum biraz erken değil mi? Acaba çabuk gelen çabuk da gider mi? :o) Bu konuda yapmaya çalıştığım küçük adamı "temper tantrum" noktasına getirmemek. Örneğin çok fazla ekmek mi yemek istiyor. Zıtlaşmıyorum ve çok minik parçalar halinde verip dikkatini dağıtıyorum. Ya da yemek yerken eline kepçe, fırça, dondurma kaşığı gibi ilgisini çekebilecek her türlü değişik mutfak nesnesini tutuşturuyorum. Alternatif sunmaya çalışıyorum. Ona zarar verecek veya onun için kötü bir şey yerine başka bir şey verip zararlı olanı alıyorum. Neredeyse her gün dışarı çıkıyoruz. Değişik mekanlara giriyor, insanlarla sosyalleşiyor, hava alıyor. İlgimi çekmek istediğinde ilgileniyorum. Bazı şeyleri elimden geldiği kadar en başından beri rutine oturtmaya çalıştım. Elbette her konuda mümkün değil ama pes etmemek, denemek gerek. Ne bileyim işte elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Enteresan olan Kerem ve ben bu durumu yoğun yaşarken, benim bıdık oğlum dışarıda pek bir sosyal ve şirin. Sanırsın başka bir bebek. İnsanlara gülücükler dağıtıyor, el sallıyor, baybay yapıyor. Hatta yürürken durup insanlara "teyse", "abbba", "abi" falan diyor. Genelde de çok pozitif tepki aldığı için devam ediyor. Bu arada oğlumun bu şekilde samimiyet kurmaya çalıştığı insanların büyük bir bölümü son derece sevecen davranırken az da olsa bir kısım insan gayet suratsız bir şekilde hiç tepki vermiyor ki bu insanlara o anda gayet subjektif bir şekilde uçmak istiyorum. Minicik gülümsesen pulların mı dökülür kalpsiz yaratık demek geliyor içimden. Bu insanlar için hiç bir şey ifade etmeyen durum belki benim minik bıdığım için çok önemli. Belki kalbi kırılıyordur falan diye düşünmeden edemiyorum ama Keroş tam gaz sırıtıp, insanlara kur yapmaya devam ediyor. :o))) "Terrible two" durumunun sebeplerinin altında bu küçük insanların kendilerini ifade etmek isteyip edememeleri, duygularını paylaşmak istemeleri, çevreyi ve insanları kontrol etmek istemeleri, açlık, uykusuzluk, yorgunluk, istediğini yaptırmaya çalışma gibi bir sürü neden yatıyormuş. Burada en önemli nokta ise bebişi yatıştırmaya ya da ilgisini dağıtmaya çalışırken istediğini yerine getirmemek yoksa durumu kullanmaya başlıyorlar. İsteklerini bu şekilde yaptırmayı öğrenen bebek bu davranışını sürdürüyor. Hem dert yandım, hem de aynı şeyleri yaşayan ebeveynlere belki bir faydam olur diye yazdım bu yazıyı. Dip not: İngilizce kullanmışsın diyene uçarım.

18 Kasım 2008

RADIO OXIGEN'İ BULDUM

Ne oldu ne bitti anlamadım. Arabanın radyosunda mı bir arıza vardı yoksa Oxigen'de miydi sorun bilemiyorum ama bugün 96.0 Radio Oxigen'e kavuştum çok şükür :o) Sadece RDS'de (Radio Data System - Radyo Veri Sistemi) ismi çıkmıyor ama hiç dert değil. İlginizi çekerse: http://www.radiooxigen.com/

16 Kasım 2008

KADIKÖY FİLATELİSTLER DERNEĞİ 50.YIL SERGİSİ








Kadıköy Filatelistler Derneği'nin 50.Kuruluş Yıldönümü nedeniyle 15 -22 Kasım 2008 tarihleri arasında Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi'nde pul sergisi düzenlendi. Filateli pek çoğumuz için çocukluk dönemine ait bir aktivite. Bir kısım filatelist içinse babalarından, dedelerinden kalan ciddi değerlerdeki koleksiyonları daha da genişletmek demek. Ben ve kardeşim de küçükken pul koleksiyonu yapmıştık ancak daha sonra devam etmedik. Eşim Mehmet'te küçükken babasının teşvikiyle pul koleksiyonuna başlamış ancak lise döneminde bırakmış. Mehmet iki sene önce internetten araştırarak bu işe yeniden merak sardı. Web'den www.trfila.com adresli filateli forumundan arkadaşlar edindi ve ayrıca Kadıköy Filatelistler Derneği'ne üye oldu. Şu anda eski Osmanlı Dönemi İstanbul kartpostalları ağırlıklı filatelik bir koleksiyon oluşturuyor. Bense bugün ilk kez bir filatelik sergi gezdim ve bunun çok detaylı bir uğraş olduğunu anladım. Özellikle gemiler ve deniz fenerleri konulu tematik koleksiyonlar ilgimi çekti. Bu koleksiyonlar görsel olarak çok güzeller ve öğreticiler. Örneğin "Gemiler" temalı koleksiyon kanodan başlıyor, ilk yapılan ahşap gemiler, ünlü kaşiflerin gemileri, savaş gemileri, yelkenliler, denizaltılar, vs. ile devam ediyor. Denizciliğin gelişimini tarihlerle ve çeşitli bilgilerle anlatıyor. Sergide sadece pul değil, ilk gün zarfları, postadan geçmiş zarflar, posta kartları, damgalar ve hatalı pullar bulunuyor. Bu tür sergileri bir bilenle gezmek çok daha keyifli. Geleneksel kategoride İsmet İnönü ile ilgili koleksiyonun inceliklerini bana Mehmet anlattı. Filatelistler, bu görsel malzemelerle hem ilgilendikleri konular hakkında bilgi sahibi oluyorlar hem de sergilerde koleksiyonlarıyla ziyaretçileri bilgilendiriyorlar. Ayrıca postadan geçmiş zarflar veya kartpostallar tarihi belge niteliğinde ve yaşanmışlıkları (Issız Adam'dan çaldım:o)) var. CKM'ye yakın oturanlara sergiyi gidip görmelerini tavsiye ederim.

Sergiyle ilgili materyal resmi yayınlayamadığım için yukarıda (Mehmet'in ilgi alanına giren) Osmanlı dönemine ait eski İstanbul kartpostallarının resimlerini ekliyorum. Yukarıdan aşağıya:

1- Haydarpaşa / Kadıköy
2- Samatya
3- İstiklal Caddesi
4- Kahvehane

15 Kasım 2008

FATİH AKIN FİLMLERİ TV8'DE, KAÇIRMAYIN







15 Kasım 2008 Cumartesi 22:15 Solino
22 Kasım 2008 Cumartesi 22:15 Kısa ve Acısız
29 Kasım 2008 Cumartesi 22:15 Temmuz'da


Benden haber vermesi, sizden izlemesi!

14 Kasım 2008

PUDİNGLİ BİSKÜVİ TATLISI




Bu da siteye konulacak tarif mi diyenlerinizi duyar gibiyim. Evet hiç sofistike değil, son derece basit ve neredeyse hazır bir tatlı ama lezzetli ve tatlı krizine pratik çözüm.

Malzemeler:

2 paket çikolatalı puding (bulabiliyorsanız kakaolu değil de çikolatalı olanları alın)
Pudingler için süt
1 adet büyük boy muz
Çifte kavrulmuş pötibör bisküvi
Hindistan cevizi
Damla çikolata

Yapılışı:

Bu tatlıyı genelde borcam kaplarda hazırlıyorum. Pötibör bisküvileri bütün bütün veya ikiye bölerek borcamın dibini tamamen kaplayacak şekilde yerleştirin. Tencerenizi ocağa koyup puding için paket üzerinde yazan miktarda süt koyun ve kıvama gelene kadar kısık ateşte karıştırın. Bir kepçe yardımıyla borcam üzerindeki bisküvilerin üzerini kaplayacak kadar puding dökün ve yayın. Bu arada puding tenceresinin altını kapatın ve ocağın yanmayan bir bölümüne alın. Tekrar bisküvi dizin ve bir sıra da halka halka doğranmış muz dizin. Üzerine hindistan cevizi serpin. Sonra kepçeyle tekrar puding ilave edin ve yayın. Aynı işlemleri borcam doluncaya kadar tekrarlayın. En üstüne tekrar puding ve hindistan cevizi serpin. Ayrıca damla çikolataları da dağıtın. Dilerseniz iç katmanlara da damla çikolata koyabilirsiniz. Buzdolabında soğumaya bırakın ve pratik tatlınız hazır. Soğuduktan sonra kare veya dikdörtgen şeklinde kesip, geniş bir spatulayla servis yapabilirsiniz. Afiyet olsun.

13 Kasım 2008

HELLİM PEYNİRLİ SALATA ve AYÇEKİRDEKLİ KÖY EKMEĞİ




İşte benim akşam öğünlerimden biri. Kızarmış hellim peyniri sevmeyeniniz var mı? Peynir benim için bir keyif. Farklı peynir türlerini denemeyi çok seviyorum. Başka bir ülkeye gittiğimde bavulumda peynir paketiyle dönüyorum. Ancak diyetisyenler ve doktorlar doymuş yağ açısından zengin olduğu için peynirin fazla tüketilmemesi gerektiğini ifade ediyorlar. Onlara kalsa light beyaz peynir ya da light dil peynirinden başka bir çeşit tüketmemek gerek. Ama bir kadeh şarap eşliğinde peynir tabağına kim hayır diyebilir ki? Ya da sabah peynirsiz kahvaltı yapılabilir mi? Müsli diyenin diline biber sürerim. Şu sıralar müsli bana çok uzak. Peki ya makarnalar ve sandviçler peynirsiz düşünülebilir mi? Benim açımdan hayır.

Şimdi gelin Vikipedi'den "peynir" konusunu beraber okuyalım:

Peynir, çok büyük bir çeşitlilikteki aroma, tat, yapı ve şekle sahip bir grup fermente süt ürünü için kullanılan genel isimdir.

Peynir nasıl yapılır?
Peynir İmalathanesiPeynir, süt proteini kazeinin peynir mayası ve/veya peynir kültürü ile pıhtılaştırılması ve bu pıhtıdan peynir suyunun ayrılmasıyla elde edilen fermente bir süt ürünüdür. Peynir suyu ayrıldıktan sonra tuzlu peynirler için tuzlama aşamasına gelinmektedir. Tuzlama, peynirin yüzeyine kuru tuzlama şeklinde veya peynir salamuraya daldırılarak yapılabilir.

Takip eden basamak olgunlaştırmadır; peynir taze olarak tüketilebileceği gibi belirli bir olgunlaştırma periyodunu takiben de tüketilebilmektedir.

Yukarıdaki üretim basamaklarına ait teknik parametrelere bağlı olarak çok geniş bir çeşitlilikte peynirler elde edilmektedir.

Diğer fermente süt ürünleri gibi peynir de canlıdır. Raf ömrü boyunca peynirin duyusal, yapısal ve kimyasal özelliklerinde çeşitli değişiklikler görülebilmektedir. Bu değişikliklerin minimumda tutulması için peynirlerin genel olarak 6-8°C’lik sıcaklıklarda tutulması gereklidir.

Soğuk iklimlerde yaşayanlar için, sıcaklığı 6-8°C civarında bulunan, nem oranı sabit ve havadar kilerler peynir saklamak için idealdir. Ancak şehirde bu imkan yoktur. Bu nedenle peynirler evde buzdolabının alt raflarında ve kapalı şekilde muhafaza edilmelidir.


Türkiye'de tüketimi en yaygın olan peynirler; beyaz peynir, deri peyniri ve kaşar peyniri olmakla birlikte, yöresel peynirler yönünden de hayli çeşitlilik gösterir. Bunlardan bazıları:

Krem peyniri
Posof çeçil peyniri
Küflü Ardahan deri peyniri
Kars kaşarı
Tunceli tulum peyniri ve çökeleği
Mihaliç (kelle) peyniri
Keçi peyniri
Ezine peyniri
Erzincan tulum (şakak) peyniri
İzmir tulum peyniri
Van Otlu peyniri
Lor
Urfa beyaz peyniri
Dil peyniri
Maraş peyniri
Çerkez peyniri
Hellim
Abaza peynirleri
Civil (tel) peynir
Çökelek
Yozgat çanak peyniri
Külek peyniri
Hatay cara (testi) peyniri
Örgü peyniri
Çeçil peyniri
Golot peyniri
İstanbul çayır peyniri
Manisa çayır peyniri
Ordu torba peyniri
Giresun imansız peyniri
Kars gravyer peyniri
Küp peyniri
Roquefort peyniri
Denizli Yörük peyniri
Karaman tuluk peyniri

Ve son olarak yurtdışında yaygın olarak üretilen ve tüketilen peynir çeşitlerinin bazıları ise Cheddar, Mozzarella, Ricotta, Emmental, Edam, Gouda, Camembert, Brie, Roquefort, Parmesan, Provolone, Stilton, Gorgonzola, Feta, Mascarpone’dır.

SEN DİZİME YATTIN BEN BİR HİKAYE ANLATTIM ve SEN BÜYÜDÜN




Issız Adam'ın fragmanını izlediğimde beğenmemiştim ve Çağan Irmak filmi olmasına rağmen gitmeyi pek düşünmüyordum. Ancak kritikler iyi gelmeye başlayınca ve de Mehmet Yılmaz geçen Cumartesi Hürriyet'teki köşesinde filmle ilgili yazınca içime düşen kurtla beraber gitmeye karar verdim. Bugün Kerem'e kışlık ayakkabı almak için alışverişe çıkmak niyetindeydim ancak hava çok soğuk olduğu için erteledim ve market alışverişi yapıp kahvaltı için anneannemize gittik. Sonra kendimi Issız Adam'ı izlemek için Palladium'a attım. Film hızlı bir başlangıç yapıyor ve insanı içine alıyor. Alper, 30'lu yaşlarda, kendi restoranının sahibi başarılı bir aşçı. Öyle ki Alper'in restoranına gazetelerde köşe sahibi gurmeler falan geliyor. Ancak kahramanımız Alper, iş yaşamındaki başarısının aksine özel yaşamını bir türlü yola koyamamış ve günübirlik zevkler peşinde koşmakta. 20'li yaşlarının sonundaki güzel, olgun ve kendi halinde, çocuk kostümleri tasarlayan Ada ile Alper tanışınca her ikisinin de hayatları alt üst oluyor. Ada, duygusal açıdan son derece gelişmiş bir karakter. Yaşanmışlıkları olduğu için, ikinci el kitapları okumaktan hoşlanıyor. Aşk konusunda geçmişte yara aldığından her ne kadar kendisini sakınıp korumaya çalışsa da aşk bir kez kapıyı çalınca olacakların önüne geçemiyor. Alper'le tanışma faslındaki diyaloglarda sağ sol kroşeleri geçiriyor ve Alper'e haddini çok güzel bildiriyor. Sonra son yıllarda izlediğim en güzel modern çağ aşk hikayesi başlıyor. Filmi sevmemde kahramanlarımızın, dönemin, mekanların benim jenerasyonuma ve hayat tarzıma yakın olmasının da payı olduğunu düşünüyorum. Ve Çağan Irmak kesinlikle döktürmüş. Sıradan bir aşk hikayesi belki ama film bitmesin istedim izlerken. Bayağı bir hislendim. Boğazım düğüm düğüm oldu. Filmden çıktıktan sonra Palladium'da dolaşırken "Anlamazdın"ı söylerken buldum kendimi. Geçen sene CNN Türk'te Ayla Dikmen ile ilgili bir belgesel yayınlanmıştı onu izlemiştim. Eski sarkılar ne hoşmuş, eminim önümüzdeki günlerde bu şarkıyı sıksık duyacağız. Filmde beğendiğim sahnelerden biri Alper'in Ada'ya yemek yaparken anlattıkları. Vallahi şiir gibiydi, etkilenmeyecek kadın var mı Allah aşkınıza? Bir de filmi izledikten sonra hayatımın aşkını bulmuş olduğum ve kaçırmadığım için şanslı olduğuma karar verdim. Zira 30'lu yaşlarını süren bekar, hayatının aşkını bulmak isteyen ancak bulamamış kariyer sahibi kadın veya erkek izleyiciler filmden hüngür hüngür ağlayarak çıkarken bulabilirler kendilerini. Alper'in restoranı Leblon Asmalımescit'in yeni gözdelerinden. Ben gitmedim ama en kısa zamanda gidilecekler listeme aldım. Film Leblon için süper bir reklam ve fırsat. Eğer yemek konusunda gerçekten iyiyse kendine sıkı müdavimler yaratabilir diye düşünüyorum. Bu arada Leblon, Rio De Janeiro'da bir bölgenin ve de plajın ismiymiş. Onun dışında Alper'in evi dekoratif açıdan pek hoştu. Leblon'un mutfağı da pek hoştu. Müzikler, mekanlar bana çok hitap etti. Sadece bir ara Alper Ada'yı terk ettikten sonra sanki filmde bir boşluk oldu. Nasıl toparlayacak Çağan Irmak dedim içimden ama çok iyi toparlandı film. Sonundaki sarılma sahnesi süperdi. Bir de ayrılırken Ada'nın söylediği "Karda uzanmışsın, donarak uyuyorsun. Uyku tatlı gelse de ölüyorsun" pek şıktı. Film bittiğinde salonun çoğu kadın olan izleyicilerinin büyük bir bölümü ağlamıştı. Gözler kızarmış, makyajlar akmıştı. Zaten bu filmi izleyip te etkilenmiyorsanız, size söyleyecek sözüm olamaz. Son olarak Çağan Irmak çok şık ve içinde sosyolojik öğeler barındıran bir aşk filmi yapmış. Tekrar tekrar izlemek isteyeceğim bir film değil ancak hoş vakit geçirten, başarılı bir yapım.