30 Kasım 2008

BAHARATLAR: Drogheria Alimentari Spice Mills





Migros'ta alışveriş yaparken keşfettiğim ve çok memnun kaldığım Drogheria Alimentari Spice Mills baharatları. Biri deniz tuzu,diğeriyse kara, kırmızı, beyaz ve yeşil tane biber karışımı. Keskin bir tadı var ve ben bayılıyorum. Tavsiye ederim.

TABURE

Abdi İpekçi Caddesi üzerinde (No: 37/2) minicik bir büfe Tabure. Bir tarihlerde Ayşe Arman yazmıştı sanırım. Biz de ağır bir yemek yerine basit bir şeyler yemek istedik ve Tabure'de mola verdik. Çavdar ekmeği ile yapılmış, kızarmış hellim peynirli, fesleğenli ve domatesli sandviç yedim. Yanında da "Yeşil" içtim. Tabure'de böyle yeşil, sarı, kırmızı gibi içecekler var. Benim içtiğimde elma, kereviz sapı, limon vardı. Aynı içecek ananasla da yapılabiliyormuş. Bu arada Ayşe Arman'ın konu ile ilgili yazısını internetten buldum aynı şeyleri şipariş ettiğimi gördüm. Bilinçaltımda mı kalmış ne. Mehmet sosisli sarma yedi ama sıradan buldu. Tabure ile ilgili fikrim şu: Evet tostları, sandviçleri lezzetli ve içecekleri de güzel ancak hepsine 28 YTL ödedik ki bu rakam İstanbul genelinde basit bir büfe için yüksek bir rakam. Elbette Nişantaşı'nın göbeğinde yer alan kömürlükten bozma bir büfe için makul olabilir. Ona lafım yok ama o fiyata başka şeyler de yenilebilir.

BALKABAĞI ÇORBASI




Şemsa Denizsel'e balkabağı çorbasının tarifini Kantin'in web sitesindeki reçeteler bölümünde yayınlayıp yayınlayamayacağını soran bir e-posta gönderdim. Henüz bir cevap gelmedi. İş başa düştü, internetten tarif aramaya başladım. Türkçe yemek sitelerinde ve yemek bloglarındaki tarifler aklıma yatmadı çünkü hiç birinde kereviz yoktu. Yabancı sitelerde yer alan tarifler içinde de tam anlamıyla budur dediğim bir tarif bulamayınca hepsinden feyzalarak :o) aşağıdaki tarif ortaya çıktı. İyi ki çıkmış çok lezzetli bir çorba. Denemenizi tavsiye ederim.


Malzemeler:

2 dilim balkabağı(2 dilim sanırım yaklaşık 500 g civarıdır)
2 küçük havuç
Avuç dolusu kereviz sapı
1 adet kuru soğan
2 diş sarımsak
Tereyağı, sıvıyağ
Taze nane
Tane kişniş
Muskat
Tuz
Değirmen karabiber
Su

Yapılışı:

Düdüklü tencereme 1 yemek kaşığından daha az tereyağı koydum. Çok az da zeytinyağı ekledim. Küp doğradığım soğanı ilave edip pembeleşinceye kadar karıştırdım. Gelişigüzel doğradığım kabak, havuç ve kereviz saplarını ilave ettim. Ezilmiş sarımsakları da ekledim. Malzemelerin üzerini biraz geçecek kadar su ilave ettim ve pişirdim. Kerem'den dolayı ve de iyot açısından yemeklerimin tuzunu mümkün olduğu kadar piştikten sonra ilave ediyorum ve çorba da bunun için uygun bir yemek. Pişen çorbayı el mikseriyle püre haline getirdim. Eğer çorbanız katı olmuşsa bir miktar kaynar su ilave edebilirsiniz. Biraz muskat rendeleyip, bir tutam tane kişniş serptim. Kerem için bir miktar ayırıp gerektiği kadar tuz serptim ve iyice karıştırdım. Servis yaparken nane yapraklarıyla süsledim ve değirmen karabiber serptim.

27 Kasım 2008

HANGİ ESPRESSO MAKİNESİ?


Zor bir konu. Kahve konusunda eğitim almış değilim. Daha önce espressoyla ilgili kısa bir post yazmıştım. Şimdi haddim olmayarak biraz daha detaya gireceğim. Espresso İtalyan kökenli ve İtalyanca "esprimere" kelimesinden geliyor, İngilizce "express" ve Türkçe "ivedilikle, çabuk yapılan" anlamında. Kısaca, öğütülmüş kahvenin belirli bir basınçla sıcak sudan çabucak geçirilmesiyle yapılan espressonun püf noktası anladığım kadarıyla bu basınç meselesi. Kahveniz çok kaliteli olabilir, gerektiği gibi çekilmiş olabilir, suyunuz iyi olabilir ama basınç miktarı da bir o kadar önemli.

Ülkemizdeki kahve zincirlerinde her ay ne kadar para harcadığınıza hiç dikkat ettiniz mi? Etmediyseniz bence bir hesaplayın. Dışarıda yoğun kahve içmeye Strabucks'la başlamıştım. Zamanla Starbucks'taki soğuk kahveleri içemez oldum. Şu anda nadir de olsa gittiğim kahve zincirleri ise Nero ve Tchibo. Bu arada Nero'nun kahveleri ne kadar iyiyse paninileri de bir o kadar berbat. Oysa ekmeği ve malzemesi iyi olan panini muhteşem bir sandviçtir. Ancak İstanbul'da adam gibi panini yapan bir yer bilmiyorum ben. (Yazarımız sesli düşünüyor: Acaba panini işine mi girsem? :o)) Balayımızda Quartier Latin'de aylaklık ederken hem mideye hem cebe hitap etmiş muhteşem paninilerin üzerine, Cadde'mizdeki Paul'e gidip hiç de makul olmayan bir fiyata patlıcanlı panini sipariş etmiş ancak son derece başarısız, arasına ızgara patlıcan ve bilumum malzeme sıkıştırılmış kuru ekmekten hallice tostumsuyu bitirememiştim. Ne diyordum ben, nereden bu konuya geldim? Efendim, sonra eve bir espresso makinesi almanın mantıklı olacağını düşündüm. Hem her an elimin altında olması iyi fikirdi. Araştırma yapmaya başladım ancak Türkçe sitelerde herhangi bir tavsiyeye rastlayamadım. Böylece amazon.com'daki kullanıcı yorumlarını okudum. İlk anladığım nokta manuel bir makineyle uğraşamayacağımdı. Dolayısıyla otomatik bir makine almalıydım. Club Med'de Nespresso'nun kapsülleri kullanıldığı için oradaki barmenlerle sohbetlerimizde bize Nespresso'nun makinesini almamızı tavsiye etmişlerdi. Bu arada mutfağım çok geniş olmadığından ve de mutfak eşyalarına meraklı olduğum için her yer tıka basa dolu olduğundan, fazla yer kaplamayan bir makine almalıydım. Kahvenin tadı da her zaman aynı olmalıydı ki bu da kapsüllü makine demekti. Araştırmalarım beni Nespresso'ya götürdü. Kapsülün güzelliği kahveyi uzun süre taze saklayabilmesinde. Ayrıca makine parçalarını kahveden temizlemekle uğraşmıyorsunuz ve her zaman aynı sonucu daha doğrusu aynı tadı alıyorsunuz. Nespresso'nun ürün gamı oldukça zengin. Kafeinsiz ve lungo karışımları ve ayrıca her sene değiştirdikleri limited edition karışımları mevcut. Geç saatte kahve içmek istediğimde kafeinsiz içiyorum ki sabaha kadar tavanı seyretmeyeyim. Nespresso dışında Saeco, Gaggia veya Cimbali alternatif olabilir. Ancak fiyat fayda oranı açısından bence eve alınabilecek en iyi makine Nespresso gibi görünüyor. Paranız çoksa siz bilirsiniz elbet. Arman Kırım'ın da bu konuda bir yazısını okuyunca ne yalan söyleyeyim içim rahatlamıştı. Nespresso'nun makine fiyatları benim aldığım döneme göre daha da düşmüş ve artık elektronik marketlerde de satılıyor. Arman Kırım'ın espresso ile ilgili yazıları için:

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?viewid=482894

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=9183786&yazarid=123

Nespresso'nun web sitesi için: www.nespresso.com.tr

Bir de küçük not, evde kahve yaparken Monin ve Torani'nin şuruplarını kullanabilirsiniz. Kadıköy'deki Brezilya Kurukahvecisi'nde kahve şuruplarını bulabilirsiniz. Ancak sugar free olanları yok. Kadıköy dışındakiler şarküterilerde, gurme marketlerde bu şurupları bulabilirler.

Makineleri netten inceleyebileceğiniz için ben evdeki espresso fincanlarımı konu için fotoğrafladım. Ve bir de sevgili okur, gönül isterdi ki hafta sonu atlayalım uçağa gidelim Trieste'deki Cafe İlly'de içelim espressomuzu. Di mi ama? Çok mu uçtum? Derhal kafaya sopa yiyen smiley ikonu yazıyorum ve kendime geliyorum :o)

Not: Bir şekilde link girdiğimde almıyor, o yüzden bold yazmak zorunda kaldım. Artık copy-paste yaparsınız napalım.

Pizza mista della Mare Nera, Engin Ardıç 27.11.2008 Sabah

Dante'nin "Divina Commedia" isimli dev eserinden bir dize okumadınız, bu satırı ünlü İtalyan şairlerinden Leopardi ya da Marinetti falan da yazmış değildir...
Fatih Terim'e ( "imperatore!" ) ya da onun İtalyanca hocası Donatella'ya sorarsanız da bilemezler.
Çünkü garson Hıdır yazmış.
Pizza mista della Mare Nera, "karışık Karadeniz pidesi" demek.
Fakat, Türkçesi'ni "Hacı Baba'nın Fırını" gibi biryerlerde altı ya da sekiz liraya yiyebilirken, İtalyanca isterseniz otuz altı lira yazarlar. Gözümle gördüm.
Doksanlı yıllarda, önce İstanbul'da, sonra Ankara'da "yeni zengin söğüşleme merkezleri" pıtırak gibi açıldı.
Bunlar genellikle yeni burjuvazinin tepiştiği Levent-Etiler taraflarında, hani Levent ve Etiler'i bizim çocukluğumuzda Levent ve Etiler yapan "bahçe içinde iki katlı evlerden" tornistan lokantalardı.
"Manita götürülen balık lokantalarından" farklıydı bunlar, buralarda öğle vakti iş yemekleri yeniyor, akşamları da mum ve şarap eşliğinde, yabancı filmlerde görülen muhabbetler taklit ediliyordu... (Yalnızca salatayla beslenen "iş kadınlarının" proteini nereden aldıklarını da bir türlü anlayamadım hayatım boyunca, öğle yemeğinde şarabı çeken işadamının öğleden sonra nasıl çalışabildiğini, toplantılara falan nasıl girebildiğini de...)
Bu tür lokantaların bütün numaraları, heryerde bulunabilecek yemeklerin fiyatlarını dörde beşe katlamaktı.
Yeni zengin, ürünün pahalı olunca iyi olduğunu varsayıyordu.
İskender yerine Alexander yemeye başlamıştı!
Anadolu içlerinden gelip balıkla yeni tanışan ve bizim kediye verdiğimiz istavrite üç yüz lira ödeyen, böylece yanındaki manitaya hava atan da aynı tuzağa düşüyordu, buralara uyum sağlayamayıp rahatsız olan ve sonunda gene soluğu "Hacının Kayınçosunun Bacanağının Yeri" gibilerden lüks kebapçılarda alan "mafya kokulu" karanlık adamlar da, alafranga takılan bankacı mankacı plaza çocukları da...
Bunun da dönem dönem "modası" vardı. Bir kış bütün yeni zengin takımı bir tek lokantaya akın ediyor, kapılardan dönülüyor, masa bulmak için millet birbirini yiyor, ertesi kış hoop başka bir lokanta moda olunca herkes oraya geçiveriyor, aynı "izdiham" bu kez orada yaşanırken eskisi bomboş kalıveriyordu...
Sonra daha "ciddi" lokantalar da açıldı tabii, artık "tempura" bulmak da mümkündü (Japon usulü karides tava), bizim Hakan'ın kavından ucuza kapatılmış Chateau Petrus şarabı da...
Fakat "söğüşleme" düzeni hep aynı kaldı.
Çünkü amaçlardan biri ve en önemlisi de karın doyurmak değil, orada kendi sınıfdaşlarına kendini göstermekti, "ispatı vücut" yani... Para sorun değildi.
Gazeteci arkadaşımız Bülent Cankurt ünlü bir lokantaya gitmiş, iki tabak makarna, bir diyet kola ve bir kahveye yüz on altı lira bayılmış, "kriz buralara uğramamış" diyor...
Uğramaz. Yeni Türk zengini, İtalya'da kamyon sürücülerinin ve tarım ırgatlarının içtiği Chianti'yi "lüks şarap" sandığı sürece uğramaz.

Dip not: Bu yazıya sitede yer vermem, yazarı sevdiğim anlamına gelmiyor.

24 Kasım 2008

EKSPRES NOTLAR

*Özsüt çikolatalı eklerin tadını ve kalitesini bozmuş. Çikolata parçaları (kriz mi müsebbip acep?) yokolmuş. Mönüye çikolatalı yerine kakaolu ekler yazsalar olur kanımca. Abidik gubidik işlerle ilgilenme modumda olduğum için üşenmedim ve web siteleri üzerinden ilettim mazuratımı. Tık yok.

*City's Cookshop'ta teriyaki soslu biftek yedim ve beğenmedim. Yanında servis edilen ıspanak aşırı tuzluydu, tansiyonu olanı götürüverirdi maazallah. Bir de Cookshop'un servis ettiği ekmekler Bakery yazısına yakışacak nitelikte olmalı. Şu anda sunulan ekmekleri evde soframa koymam.

* Mudo Garage için Maslak'a gitmeye gerek kalmadı. Nişantaşı mağazası açılmış. Ancak haberim oldu. Her ikisini de hafta sonu teftiş ettim. Nişantaşı'na gitmek kafi.

*Mağazalar indirime girdiğinde Cadde şubelerinde bir şey bulmak mümkün değil anında talan ediyor hatun kişiler. Dirsek atmaca, ittirmece de cabası. Zaten bebekle ve pusetle gitmek ayrı bir yazı konusu. Size indirime giren mağazalarda rahatça alışveriş yapılacak adresi veriyorum: Palladium. Mango'da %50 'ye varan indirim başladı ve ilk gün sabah saatlerinde Palladium Mango bomboştu. Önceden göz koyduğum dekolte elbiseyi rahatlıkla deneyip alabildim.

*Nişantaşı'nda açılan Muji'ye bakındım durdum. Eşyanın yalın hali. Vallahi güzel şeyler var tamam ama benzer şeyleri çok daha ucuza İkea'da bulmak mümkün. Nişantaşı insanını gayet ilgili gördüm mağazayla.

*Eski postlardan birinde Backhaus'tan bahsetmiştim. Benim bildiğim İstinye Park ve Nişantaşı'nda şubeleri var. Tatlı kurabiyeleri gayet başarılı ancak zeytinli ciabatta için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Denemeyin bile.


* Ve son olarak mağazalardan gelen indirim mesajlarından fenalık geldi. Aman dikkatli olun. Genelde %50'ye varan indirimlerden bahsediliyor ama tamamen müşteri çekme mantıklı ucuz pazarlama numaraları çoğu. Gidiyorsunuz bazılarında tek bir ürün o da en ucube olanı %50 inmiş bazen bir tane bile %50 indirime giren ürüne rastlamıyorsunuz.

22 Kasım 2008

KANTİN ve MUHTEŞEM BALKABAĞI ÇORBASI

Uzun süredir gitmek istediğim ve sahibi aynı zamanda da aşçısı Şemsa Denizsel ile ilgili bir çok yazı okuduğum Nişantaşı Kantin'e sonunda bugün gidebildik. Kantin, Akkavak Sokak'ta bir apartman dairesinde faaliyet gösteriyor. Yeri kısıtlı olduğu için küçük masalarla servis veriyor ancak masalar arasındaki mesafe hiç fena değil, pek rahatsızlık duymuyorsunuz. Müşteri profili düzgün ve benzer olduğu için de sorun yaşamayacağınız bir restoran. Kapıdan girip sağa döndüğünüzde sigara içilebilen ön kısımda oturabiliyorsunuz. Sola dönerseniz arka tarafa bakan ve sadece bir kaç masanın yer aldığı sigara içilmeyen bölümde yemeğinizi yiyebilirsiniz, ki biz de yemek yerken sigara dumanına tahammül edemediğimiz için bu bölümü tercih ettik. Kantin'de günün mönüsü duvarda asılı karatahtaya yazılıyor. Yemeklerle ilgili detayları servis elemanlarına sorabilirsiniz, mönüye son derece hakimler. Gelelim Şemsa Denizsel'in kim olduğuna. Şemsa Denizsel Londra'da Halkla İlişkiler üzerine eğitim almış. Sonra çeşitli basın kuruluşlarında ve reklam kampanyalarında yemek fotoğrafı stilisti olarak çalışmış. 2000 senesinde esnaf lokantalarından ilham alarak, öğle yemeği servisi vermek fikriyle Kantin'i açmış. Ve bilenler biliyor. Kantin zamanla bir Nişantaşı klasiği olmuş. Ben web sitesindeki "yemek gibi yemek" cümlesini pek sevdim. Kaliteli malzemeler kullanmaya özen göstermelerini de. Peki ne yedik ne içtik? Açılışı balkabağı çorbası ile yaptık ki, tek kelimeyle muhteşemdi. Tatlı yemeyi planladığım için, yarım porsiyon çorba sipariş ettiğime hayıflandım. Görüntü, sunum, koku ve lezzet olarak kesinlikle muhteşemdi. Baharatların çok iyi kullanılmış olduğunu düşündüm. Ne rahatsız edecek kadar fazla ne de eksik. Kantin'in web sitesindeki reçeteler bölümüne baktım ama tarifi yoktu. Umarım Şemsa Hanım, tarifi elbette sır değilse :o), en kısa zamanda yayınlar da biz de evde yapabiliriz. Yoksa Nişantaşı'na her gittiğimde o gün mönüde balkabağı çorbası var mı diye bakabilirim. Ana yemek olarak ben çinekop, Mehmet'se közbiberli piliç sarma tercih ettik. Bu arada servis elemanına tavsiye edebileceği, Kantin'e özeldir diyebileceği bir şey olup olmadığını sordum ve bana organik haşlanmış mevsim sebzelerini önerdi. Pek aklıma yatmasa da boş bulunup sipariş ettim ki tahmin ettiğim üzere lezzetli ancak özelliksiz bir tercihti. Fırında pişirilmiş çinekopları pek beğendim ama yanında servis edilen patates için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Tabakta çok çok hoşuma giden şeyse limon mandalıydı. Ben bu ismi taktım. Bildiğiniz limon dilimi mandalımsı bir nesneye takılmıştı ve limon suyunun akması için hafifçe bastırmanız yeterli oluyordu. Daha önce lüks geçinen balık restoranlarında bile böyle bir nesneye rastlamadım. Ne elinize limon bulaşıyor, ne de sağa sola sıçrıyor. Küçük bir detay belki ama bana pek hoş geldi. Közbiberli piliç sarma servis edilince elbette ben de tattım ve halen tavuk etiyle aram olmamasına rağmen pek lezzetli buldum. Bendeniz su içmeyi tercih ederken, Mehmet taze nar ve portakal karışımı içti. Taze meyve suyu servis ettikleri bardaklarını küçük ve miktarı az bulduğumu belirtmem gerek. Kırıntı'daki dev bardaklara alışık olduğumdandır belki bilemiyorum. Cheesecake veya günün tatlısı portakallı up side-down yemeyi planlamıştım ama midemden doydum sinyalini alınca vazgeçtim ve başka bir sefere sırf tatlı-kahve faslı için gelmeye karar verdim. Şimdi biraz fiyatlardan bahsedeyim. Balkabağı çorbası 5,5 YTL, çinekop 19,5 YTL, közbiberli piliç sarma 15,5 YTL ve organik sebzeler 15,5 ytl. Bu arada yemek listesi mevsime göre değişiyormuş. Aklım rozbifli salatada, pizza benzeri çıtırlarda ve bir de tatlılarda kalarak Kantin'den ayrıldık. Bir de hala düşünüyorum balkabağı çorbasında muskat mı vardı, kruton dışında kereviz de doğranmış olabilir miydi? Çözemedim ama en kısa zamanda balkabağı çorbası pişireceğim o kesin. Son olarak sizleri Şemsa Denizsel'in ilk olarak Defne Koryürek'in blogunda yer alan (http://fikirsahibidamaklar.blogspot.com)
hoşuma giden, beni gülümseten ve özellikle "yemek yemeye değil görünmeye gidiyorlar bölümüne tamamen katıldığım" yazısıyla baş başa bırakmak istiyorum (umarım Şemsa Hanım alıntı yaptığım için bana kızmaz):

“SALATA DİDİKLEMEK” YADA “YEMEK YEMEK”

Nedir bu yemeğe çıkıldığında, özellikle öğlenleri, “salata yeme” durumu? Yada acaba “kadınların salata yeme” ... durumu mu demeliyiz? Nişantaşı, Etiler veya Bağdat Caddesi cafe ve lokantalarına öğle saatlerinde yolunuz düşerse, masalardaki nüfus çoğunluğunun kadın olduğunu ve bunların da çoğunun salata yediğini görürsünüz. İşin kötüsü bu salatalar iştahla yenmemektedir. Tadları kötü olduğu için mi? Kimisi olabilir ama kötüyse de bu kadınlar üst üste hergün, tekrar tekrar, bu salataları sipariş etmezlerdi. Hayır mesele tatsızlık falan değil. Bu salatalar yenmiyor, didikleniyor! Yeni bir yeme şeklinin ifadesi bu. “Salata didikleniyor”. İştahsız küçük çocukların yaptığı, lokmaların ağızda büyümesi, bir yanaktan öbür yanağa transfer olması, eh, yaş itibariyle şık olmayacağı için mecburen tabaktaki salatalar çatalın yardımıyla, belli bir tavırla tabakta oradan oraya itiliyor, belli bir itinayla aralardan göze kestirilen bir lokma, miniminnacık bir lokma, isteksizce ağıza götürülüyor ve yavaş yavaş çiğneniyor. Ve çoğu zamanda uzun uzun çiğnenip sindirimin ağızda başladığı kanıtlanıyor. Şimdi bu bir tavır.

Bir diğer tavır ise şöyle gözlemlenebilir: bu kalabalığın arasında daha az sayıdaki erkekler ve kadın kalabalığının içindeki azınlıkta kalan bazı kadınlar ise “yemek yemek”tedir. Yani normal veya ileri düzeyde bir iştahla önlerindeki salata dışı, gerçek yemekleri yiyenler. En temel içgüdüyü sağlıklı bir biçimde yerine getirenler. Yani, normal insanoğlu.

Bu iki tavrı birbirinin tam karşıtı olarak algılıyorum. Nedir mesele? Anladığımı söyleyemiyeceğim. Salata sevmediğim düşünülmesin. İyi malzemeyle layıkıyla yapılmış bir salata da iştah açıcı bir yemek olabilir. Ama buradaki anahtar kelime “iştah açıcı”. Tamamen farklı mekanlarda birbirinin aynı salatalar, -yani atom salata veya en iyi ihtimalle mesclun yeşillikler üstü aynı tavuk/et/deniz mahsulleri- benzer tabak tanzimleri ile yaratıcılıktan tamamen uzakta birbirinin daha iyi veya daha kötü kopyası salatalar. Hep aynı, hep aynı!

Sebep hafif bir şeyler yiyivermek mi? Hani öğleden sonra çalışılıyor ya. Sebep, yada sebeplerden biri bu olabilir. Ama o koca mönülerde hafif, ağırlık yapmayacak – yani, insanın uykusunu getirmeyecek- başka hiç bir seçenek yok mu? Eğer gerçekten yoksa, o mekanların sahiplerine-işletmecilerine-aşçılarına toptan yuh. Ama genelde durum öyle olmuyor. Mönülerde ağırıyla hafifiyle pek çok seçenek bulunuyor. Haa, siz beğenmiyorsanız başka yere gidilebilir. Hoş pek çok diğer mekanda da mönüler genellikle nerdeyse fotokopi mantığıyla hazırlanmış oluyor. İfadeler değişiyor, tanımlamalar farklılaşıyor ama yemekler hep aynı. Neyse, bu tamamen başka bir konu: Koskoca İstanbul’da yaratıcı davranabilen kaç yemekçi var? Ve bu yemekleri koyabilecek kaç cesaretli işletmeci var? Yada alıştığının dışında farklı lezzetleri denemek isteyecek kaç müşteri var? Ama dediğim gibi bu başka bir yazının konusu.

Geri dönelim.

“Ay bi salata yiyecem!” Herkes mi diyette? Yada “ay bi salata yiyicem” bu kadar mı trendi bir durum? N’oldu hani, “dolma yiyicem” yada “şöyle kanlı bir bonfile yiyicem”e? İŞTAH NERDE, İŞTAH? Bu yemek karşısında kırıtma durumu da nerden çıktı? Yemeğin bir nimet olduğu unutuldu mu yada nimet çeşit ve bolluğu var da, yemeğin önemi mi kalmadı?

Şimdi daimi diyette olanları ele alalım. Tercihten yada mecburiyetten diyet yapılıyor olabilir. Peki, bu diyetler ne çapta bilinçle yapılıyor? O salataları yiyen hanımlar çoğu zaman yedikleri salataların, içindeki malzemesi ve sosuyla inanılmaz kaloriler içerebileceğinin farkındalar mı? Yada salata mıdır tek rejim yemeği? Sağlıklı başka seçenekler yok mudur? Sorunun cevabı, var, ama onlar bilincinde değiller. Yada, belki de daha doğrusu, bu aslında diyet yapıldığı için tercih edilen bir durum değildir. Bu halihazırda geçerli olan şık-cool-trendi bir tavırdır.

Nedir bu tavır? Ben anlamıyorum. Anlayabilenlerin beni de aydınlatması için ricacıyım. Zira, tekrarlıyorum, bunun diyetle ilgili bir durum olduğuna inanmıyorum. Yemek yemenin temel bir içgüdü olmasının dışında önemleri var. Bir keyif, bir tatmin, bir paylaşma, bir keşif... pekçok kişi için pekçok anlamı içinde taşıyan bir eylem. Ama ne zamandır bir suçluluğu da içinde barındırır oldu, tam kestiremiyorum. Bu, zayıflığın moda olmasıyla başlamış olabilir. Ama, bence dış görünüşlerin, dünyaya fiziksel ve davranışsal olarak nasıl yansıdığımızın belli çevreler için en önemli olduğu zaman başladı. Zayıf gözükmenin yanı sıra, zayıf gibi davranmanın da şart olmasıyla başladı. Trendleri takip eden, sadece gözüken ve pazarlanan dünyanın birincil öneme taşındığı bir toplumun işi olarak yansıyor. Yemek yiyen ve bundan keyif alan herkes şişman mıdır? İmaj bu! Ama nice sağlıklı kilolardaki insanların yemeğe düşkün olduklarını da göz ardı etmeyelim. Lezzet düşkünleri ille de şişman olmaz. Lezzetli ve kaliteli yemekler yemenin, çok yemekle karıştırılmaması lazım.

Yemek yemeyen ama sürekli yemeğe çıkan bir kesim var. Bunların çoğu o mekanlara gerçekten yemekleri iyi olduğu için gitmiyorlar. Oralarda gözükmek “in”. Sakın yanlış anlaşılmasın, yemek sosyal bir olaydır ve paylaşıldıkça güzelleşir. Nasıl bir ortamda, hangi ambiyansta, nasıl sunulduğu, servisin kalitesi, sofranın kimlerle paylaşıldığı çok ama çok önemlidir. Ama hiçbir zaman yemeğin kendisinden daha önemli değildir. İngilizcede “eşitler arasında birinci” (first among equals) diye bir tanımlama var. Yemek, ambiyans, servis ve sunum arasında da işte böyle bir durum vardır. Hepsi çok önemlidir; hepsi birbirini tamamlar; amma... Bu, özellikle, bizim ülkemizde her zaman böyle değil. Londra, Paris yada NewYork gibi dünya yemek başkentlerinde, söylediğim “eşitler arasında birinci” kuralı geçerli. Eğer bir mekanın yemeği iyi değilse, diğer konularda ağzıyla kuş tutsa gene de olmuyor. Ama, maalesef bu bizim ülkemiz için geçerli değil. Ambiyans ve doğru PR (halkla ilişkiler) bizde işi bitiriyor. Neden? Bu mekanlara gidenlerin çoğunun yemek hakkında bir fikri yok. O yada bu yemek yazarının, (hatta bazen yemek yazarı olmayanların) methetmesi ve popülerliği takip eden bazı basın organlarının mekanı “in” ilan etmesi yetiyor. Bir diğer kesim içinse yazılı basınla olmasa da kendi içlerindeki PR mekanızması sonucu –yani, belirli bir kişi ve grubun tercih etmesi ile- başarıya ulaşan mekanlar oluyor. Zaten çoğunlukla da bu şekilde isimlenen mekanları daha sonra yemek yazarları ve basın ‘keşfediyor’ ve o mekanı pazarlıyor. Pazarlama diyerek, bu yemek yazarlarının bu işlerden bir gelir elde etiğini kastettiğim sanılmasın. Yada bu yemek yazarlarını onaylamadığım düşünülmesin. Kimseyi onaylamak yada onaylamamak benim haddime düşmez. Üstelik bunun bir sektör olduğu unutulamaz. Ve bu sektörü yaratanların sadece yemekçiler veya işletmecilerle kısıtlı olmadığı. Ticari anlamda ciddi paraların döndüğü, üretenden başlayan, sonucu yiyen müşteriye uzanan bir zincir bu. Ve yemek eleştirmenleri de bunun çok önemli bir parçası. Sadece, bu eleştirmenlerin hepsi yeterince bilgili olmadığı için, oturdukları köşeleri hakeden sayısı çok az. Bazıları ise yemek konusunda gerçekten bilgili, becerikli, meraklı ve açık. Ama zaten onların yazıları da ona göre oluyor ve anlaşılıyor.

Neyse, konuyu iyice dağıttım. Mesele yemek eleştirmenleri veya sektör değil. Yemekle ilgili oluşmuş tavır. Yemek yükselen bir trend. Avrupa veya Amerika’da halen geçerli olmakla beraber, bu trend artık yaşlandı. Bizde ise, bence, Nişantaşı Downtown’ın açılmasıyla ilk tohumlarını atmış, kıpırdanmaya başlamış bir trend. Türkiye için bir ilk olan, okuyup gelmiş ve profesyonel olarak çalışan bir KADIN şefle (Ceren Büke), yakışıklı ve okullu bir erkek şefin (Mehmet Gürs) yönetiminde doğru zamanlamayla ve doğru bağlantılarla açılmış olan Downtown, bu trendi Türkiye’de başlatan mekan oldu. Onu diğer mekanlardan ayıran ise bu iki şef oldu. Zira o zamana kadar Türkiye’de yemeği kimin pişirdiği bilinmezdi. Ki bu genelde Bolu’lu ustalar olurdu. İsimsiz Bolu’lu ustalar. Yemek pişirene isim verilmesi bu iki kişiyle oldu. Ve Türkiye için yeni bir dönem başladı. Yemekle ilgili herşey, malzemeden pişirmeye, pişirenden yiyene herşey farklı önemler kazandı. Ve bunlara verilen önem de gittikçe artıyor.

Ama peki, yemeğin kendisinin ve ondan alınabilecek keyiflerin de bu kadar önemsendiği bu duruma rağmen, niye bu kadınlar ve bazı erkekler hala salata didikliyorlar? Üstelik orta sınıf insanımız için dışarıda yenebilecek yemeğe verilecek para, artık bu durumu imkansız kılarken, ve bu keyifleri sadece belli bir kazanç seviyesinin üstündekiler yapabilirken. O şık mekanları dolaşan, belli bir eğitim seviyesinin üstünde olduğunu varsaydığımız, ve trendleri esas takip eden bu kitle niye hala sadece salata didikliyor? Mevsimlik, kaliteli malzeme kullanarak layikiyle pişmiş yemekler, ve bunlar için duyulan iştah nerede?

Benim kendi dükkanımda gördüğüm, iyi yemeğe meraklı bir kitle var. Ama bunlar kendilerini ortaya atmış, sağda solda fotoğrafları çıkanlar değil. Maddi durumu ve eğitim düzeyi hangi seviyede olursa olsun, yemeğe önem veren insanlar var. Kadınlar, bu kitlenin içinde, üzülerek söylüyorum ki, çoğunluğu oluşturmuyorlar. Erkekler yemeğe daha düşkünler. Miktar olarak daha çok yiyebilmelerinden bahsetmiyorum. Yediklerini iştahla yemelerini kastediyorum. Zaten genel olarak tüm cafe ve lokantalarda iştahla “yemek yiyen”lerin çoğunluğu erkek oluyor. Diğerleri ise salata yada önlerindeki diğer herhangi bir yemeği “didikliyorlar”. Ama ne mutlu bana ki, benim dükkanımda, diyette olsa bile yediği ufacık bir porsiyonu keyif alarak yiyen kadın ve erkekler var. Ve ben onlar için yemek pişiriyorum.

20 Kasım 2008

KLASİK ARABALAR MÜZAYEDESİ, 23.11.2008




Araştırmacı blogcunuz yemedi, içmedi, uyumadı sizin için Pazar günü aktivitesi araştırıp buldu. Şaka bir yana alıp almamak dert değil o arabaları görebilmek bile büyük bir keyiftir bence. Antika arabalara meraklıysanız bu Pazar, Boğaziçi Üniversitesi Uçaksavar Kampüsü'nde 125 adet araba sizi bekliyor. Konu ile ilgili detay için www.traraba.com'dan alıntı yapıyorum:

"Müzayedeyi düzenleyen TR Classic Car dergisinin sahibi Bülent Aydın, otomobilleri bulmak için Anadolu’yu gezdiklerini belirterek ‘Altı ayda 50 bin kilometre yol yaptık’ diyor

Sokağa çıktığınızda hemen fark edersiniz onları. Bir kovanın içindeki boncuklar arasında inci tanesine benzer klasik otomobiller. Sahiplerinin, çocuğunun hafif bir öksürüğünde telaşlanan anneler gibi üzerine titrediği otomobillerdendir bunlar. Klasik otomobile sahip olanların tipik davranışları vardır: Arabalarını parlatmaktan vazgeçmezler, devamlı yağını, suyunu, motor aksamlarını kontrol ederler… Son yıllarda hareketlenen klasik otomobil dünyasının gündeminde önemli bir müzayede var. Bu müzayedede tam 125 klasik otomobil yeni sahipleriyle tanışacak.

En Eskisi 93 Yaşında

TR Classic Car adlı dergi, 23 Kasım pazar günü saat 13.00’te, Etiler’deki Boğaziçi Üniversitesi Uçaksavar Kampusu’nda üç gün sürecek olan bir müzayede düzenliyor. Kampus içerisindeki kapalı katlı otopark ve Ayhan Şahenk Salonu’ndaki müzayedede, kişisel koleksiyonlar, garajlar, atölyelerden çıkan ve yurtdışından getirilen 125 antika, klasik otomobil açık artırma usulüyle satışa çıkarılacak. Müzayedede 1915-1986 yılları arasında Ford’dan Chevrolet’ye, Mercedes’ten Cadillac’a, Oldsmobile’den Buick’e kadar varlığını bugün de devam ettiren ya da otomotiv dünyasında tarih olmuş markaların modelleri olacak. Müzayedede en pahalı otomobil 1958 Mercedes Benz 190 SL. Üstü açık spor otomobilin açılış fiyatı 155 bin YTL. En eski otomobil ise 1915 model Ford Model-T Bucket… Bu otomobil 39 bin YTL açılış fiyatıyla satışa sunulacak.
Yurtdışındaki müzayedelerin, klasik otomobil dünyasında piyasa oluşumu için en önemli etkinlik olduğunu ifade eden TR Classic Car Dergisi Sahibi ve Yayın Yönetmeni Bülent Aydın, müzayede ile ilgili olarak şu bilgileri veriyor:

Envanter Çalışması Var

‘‘Klasik otomobilcilik, sevgi unsurunun yanı sıra ticari unsurunun da olduğu bir hobi. Ticari unsur, özellikle yurtdışında daha ön planda. Örneğin Almanya’da klasik otomobil piyasasında yılda 5 milyar euro’luk bir ciro dönüyor. ABD’de bir günlük müzayedede 8 bin araç satılabiliyor. Yurtdışında bu hobinin ticari unsuru, sevgi unsurunu besliyor. Türkiye’de klasik otomobil dünyasının en büyük eksikliği olan müzayedeyi gerçekleştirmek ve rutin bir organizasyon haline getirmek için başlattığımız bu uygulamaya şimdiden büyük ilgi var.’

Açık artırmaya çıkarılan araçları kişisel koleksiyonlar ve ithalat yolu ile yurtdışından temin ettiklerini belirten Aydın, ‘Bir süredir Türkiye’nin klasik otomobil envanterini çıkarmak için çalışıyoruz. Bu müzayede, bu amaca da hizmet edecek. Ellerinde klasik araç bulunduranları ve bu araçları satmayı düşünenleri hem bu envanter çalışması hem de müzayede organizasyonu için bizimle iletişime geçmeye çağırıyoruz. Eksperlerimiz tarafından incelenecek araçlar, değerlendirme sonrası müzayedeye kabul edilecek’ diye konuşuyor.

Define Avcısı Gibi Çalıştık

Açık artırmadan satılacak araçların birçoğunu sekiz kişilik ekip halinde Anadolu’yu dolaşarak bulduklarını anlatan Aydın şöyle devam ediyor: ‘Adeta define avcıları gibi çalıştık. Son altı ayda bu araçları bulabilmek için 50 bin kilometre yol yaptık. Klasik otomobil değişik bir olay. Gidersiniz, dağın tepesinde bir köşeye atılmış bir araba görürsünüz. Arabanın sahibinin gözünde o hurdadır, kullanılamaz. Ama öyle bir toplarsınız ki aslında değeri 100 bin YTL’dir.’

Prenses Süreyya’nın makam aracı satılacak

BİR otomobilin klasik olup olmadığını nasıl anlarız? Hangi araçlar klasik otomobil sınıfında yer alır. Bülent Aydın’a göre burada en önemli unsurlardan biri aracın CV’si yani özgeçmişi. Kim tarafından kullanıldığı, kaç adet bulunduğu, orijinalliği, ne derece bakımlığı olduğu… Aydın, özellikle Hatırla Sevgili tarzı dizilerden sonra klasik arabalara ilginin daha da arttığını ve bu dizilerde kullanılan dönem arabalarının gözde olmaya başladığını anlatıyor: ‘Klasik otomobili bir prensesin veya ünlü bir ismin kullanmış olması ve kime ait olduğu çok önemli. Değerini arttırır. Bizde bir Bentley var ki Türkiye’de toplam sayısı iki, bu araç vakti zamanında Türkiye’ye gelmiş. Getiren kişi 20 yıl o arabayı gümrükten çekememiş. Ondan sonra bir kişide kalmış ve bu araç hala onda. Bu durum, otomobilin değerini artırıyor. Prenses Süreyya’nın makam aracı olarak kullandığı bir Lincoln var. Daha sonra aynı araç Sevan Bıçakçı’ya geçmiş. Bu tür ayrıntılar önemli.’

HOŞGELDİN "TERRIBLE TWO"!


Son iki haftadır Kerem'e bir haller oldu. Kafayı iki yana sallayıp herşeye olmasa da bir dolu şeye itiraz etme, pusete oturmama, otursa da bağırıp çağırma, altını temizletmemek için direnme ve poposunda bezi yokken evin içinde deli danalar gibi dolaşma, istediği yapılmayınca ağlama ve bağırma, yemek yememe, bana kafa atma (gerçekten kafa atıyor burnumu ve dişlerimi korumaya çalışıyorum), dışarıda yere yatma bugün Marks&Spencer'da yere yapıştı ben de kaldırmadım "devam et" dedim ama yemedi, kaldırmak gerekiyormuş çünkü aynen devam ediyor. Vallahi attan düşmüş gibiyim. Şaşmış durumdayım. İnanılmaz bir hal ve tavır değişikliği. Sabah saat 5:30-6:00 gibi ağlayarak uyanıyor. Şanslıysak bezini değişiyoruz ve biraz su içip saat 7'ye kadar üzerimde yatar pozisyonda uyuyoruz yoksa kalkıp üstümüzü değiştiriyoruz ve mutfağa geçiyoruz. Haşmet, mama sandalyesine kuruluyor ve "anne anne anne anne..." şeklinde boğazından süt, ekmek ve peynir geçene kadar tekrarlayıp bağırıyor. Kahvaltı faslı bitiyor ve salona ya da oturma odasına geçiliyor. Bu aralar favori oyuncağımız "Patates Kafa ve Arkadaşları". Arkadaşları mısır ve de havuç kafa.:o) Aslında bu oyuncak 2+ için ama benim oğlum Migros'ta oyuncağı görünce tutturdu da tutturdu. Böyle durumlarda ilgisini dağıtıp oyuncakları elinden alıp bıraktırıyorum ya da kendiliğinden bırakıyordu ama bu sefer ne yaptıysam olmadı ben de aldım gitti. Bu üç elemanın kolları, yüzleri şapkaları(kulaklar dahil) ve ayakları takılıp çıkabiliyor. Yani "mix'n match" bir oyuncak. Ancak bizim aldığımız versiyonda yutabileceği çok minik parçalar yok temel uzuvlar var. Ne diyordum işte her sabah takıyoruz, çıkarıyoruz kolları bacakları sabahın köründe. Ama sevgili Okur, ben bu "terrible two" olayını daha geç bekliyordum biraz erken değil mi? Acaba çabuk gelen çabuk da gider mi? :o) Bu konuda yapmaya çalıştığım küçük adamı "temper tantrum" noktasına getirmemek. Örneğin çok fazla ekmek mi yemek istiyor. Zıtlaşmıyorum ve çok minik parçalar halinde verip dikkatini dağıtıyorum. Ya da yemek yerken eline kepçe, fırça, dondurma kaşığı gibi ilgisini çekebilecek her türlü değişik mutfak nesnesini tutuşturuyorum. Alternatif sunmaya çalışıyorum. Ona zarar verecek veya onun için kötü bir şey yerine başka bir şey verip zararlı olanı alıyorum. Neredeyse her gün dışarı çıkıyoruz. Değişik mekanlara giriyor, insanlarla sosyalleşiyor, hava alıyor. İlgimi çekmek istediğinde ilgileniyorum. Bazı şeyleri elimden geldiği kadar en başından beri rutine oturtmaya çalıştım. Elbette her konuda mümkün değil ama pes etmemek, denemek gerek. Ne bileyim işte elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Enteresan olan Kerem ve ben bu durumu yoğun yaşarken, benim bıdık oğlum dışarıda pek bir sosyal ve şirin. Sanırsın başka bir bebek. İnsanlara gülücükler dağıtıyor, el sallıyor, baybay yapıyor. Hatta yürürken durup insanlara "teyse", "abbba", "abi" falan diyor. Genelde de çok pozitif tepki aldığı için devam ediyor. Bu arada oğlumun bu şekilde samimiyet kurmaya çalıştığı insanların büyük bir bölümü son derece sevecen davranırken az da olsa bir kısım insan gayet suratsız bir şekilde hiç tepki vermiyor ki bu insanlara o anda gayet subjektif bir şekilde uçmak istiyorum. Minicik gülümsesen pulların mı dökülür kalpsiz yaratık demek geliyor içimden. Bu insanlar için hiç bir şey ifade etmeyen durum belki benim minik bıdığım için çok önemli. Belki kalbi kırılıyordur falan diye düşünmeden edemiyorum ama Keroş tam gaz sırıtıp, insanlara kur yapmaya devam ediyor. :o))) "Terrible two" durumunun sebeplerinin altında bu küçük insanların kendilerini ifade etmek isteyip edememeleri, duygularını paylaşmak istemeleri, çevreyi ve insanları kontrol etmek istemeleri, açlık, uykusuzluk, yorgunluk, istediğini yaptırmaya çalışma gibi bir sürü neden yatıyormuş. Burada en önemli nokta ise bebişi yatıştırmaya ya da ilgisini dağıtmaya çalışırken istediğini yerine getirmemek yoksa durumu kullanmaya başlıyorlar. İsteklerini bu şekilde yaptırmayı öğrenen bebek bu davranışını sürdürüyor. Hem dert yandım, hem de aynı şeyleri yaşayan ebeveynlere belki bir faydam olur diye yazdım bu yazıyı. Dip not: İngilizce kullanmışsın diyene uçarım.

18 Kasım 2008

RADIO OXIGEN'İ BULDUM

Ne oldu ne bitti anlamadım. Arabanın radyosunda mı bir arıza vardı yoksa Oxigen'de miydi sorun bilemiyorum ama bugün 96.0 Radio Oxigen'e kavuştum çok şükür :o) Sadece RDS'de (Radio Data System - Radyo Veri Sistemi) ismi çıkmıyor ama hiç dert değil. İlginizi çekerse: http://www.radiooxigen.com/

16 Kasım 2008

KADIKÖY FİLATELİSTLER DERNEĞİ 50.YIL SERGİSİ








Kadıköy Filatelistler Derneği'nin 50.Kuruluş Yıldönümü nedeniyle 15 -22 Kasım 2008 tarihleri arasında Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi'nde pul sergisi düzenlendi. Filateli pek çoğumuz için çocukluk dönemine ait bir aktivite. Bir kısım filatelist içinse babalarından, dedelerinden kalan ciddi değerlerdeki koleksiyonları daha da genişletmek demek. Ben ve kardeşim de küçükken pul koleksiyonu yapmıştık ancak daha sonra devam etmedik. Eşim Mehmet'te küçükken babasının teşvikiyle pul koleksiyonuna başlamış ancak lise döneminde bırakmış. Mehmet iki sene önce internetten araştırarak bu işe yeniden merak sardı. Web'den www.trfila.com adresli filateli forumundan arkadaşlar edindi ve ayrıca Kadıköy Filatelistler Derneği'ne üye oldu. Şu anda eski Osmanlı Dönemi İstanbul kartpostalları ağırlıklı filatelik bir koleksiyon oluşturuyor. Bense bugün ilk kez bir filatelik sergi gezdim ve bunun çok detaylı bir uğraş olduğunu anladım. Özellikle gemiler ve deniz fenerleri konulu tematik koleksiyonlar ilgimi çekti. Bu koleksiyonlar görsel olarak çok güzeller ve öğreticiler. Örneğin "Gemiler" temalı koleksiyon kanodan başlıyor, ilk yapılan ahşap gemiler, ünlü kaşiflerin gemileri, savaş gemileri, yelkenliler, denizaltılar, vs. ile devam ediyor. Denizciliğin gelişimini tarihlerle ve çeşitli bilgilerle anlatıyor. Sergide sadece pul değil, ilk gün zarfları, postadan geçmiş zarflar, posta kartları, damgalar ve hatalı pullar bulunuyor. Bu tür sergileri bir bilenle gezmek çok daha keyifli. Geleneksel kategoride İsmet İnönü ile ilgili koleksiyonun inceliklerini bana Mehmet anlattı. Filatelistler, bu görsel malzemelerle hem ilgilendikleri konular hakkında bilgi sahibi oluyorlar hem de sergilerde koleksiyonlarıyla ziyaretçileri bilgilendiriyorlar. Ayrıca postadan geçmiş zarflar veya kartpostallar tarihi belge niteliğinde ve yaşanmışlıkları (Issız Adam'dan çaldım:o)) var. CKM'ye yakın oturanlara sergiyi gidip görmelerini tavsiye ederim.

Sergiyle ilgili materyal resmi yayınlayamadığım için yukarıda (Mehmet'in ilgi alanına giren) Osmanlı dönemine ait eski İstanbul kartpostallarının resimlerini ekliyorum. Yukarıdan aşağıya:

1- Haydarpaşa / Kadıköy
2- Samatya
3- İstiklal Caddesi
4- Kahvehane

15 Kasım 2008

FATİH AKIN FİLMLERİ TV8'DE, KAÇIRMAYIN







15 Kasım 2008 Cumartesi 22:15 Solino
22 Kasım 2008 Cumartesi 22:15 Kısa ve Acısız
29 Kasım 2008 Cumartesi 22:15 Temmuz'da


Benden haber vermesi, sizden izlemesi!

14 Kasım 2008

PUDİNGLİ BİSKÜVİ TATLISI




Bu da siteye konulacak tarif mi diyenlerinizi duyar gibiyim. Evet hiç sofistike değil, son derece basit ve neredeyse hazır bir tatlı ama lezzetli ve tatlı krizine pratik çözüm.

Malzemeler:

2 paket çikolatalı puding (bulabiliyorsanız kakaolu değil de çikolatalı olanları alın)
Pudingler için süt
1 adet büyük boy muz
Çifte kavrulmuş pötibör bisküvi
Hindistan cevizi
Damla çikolata

Yapılışı:

Bu tatlıyı genelde borcam kaplarda hazırlıyorum. Pötibör bisküvileri bütün bütün veya ikiye bölerek borcamın dibini tamamen kaplayacak şekilde yerleştirin. Tencerenizi ocağa koyup puding için paket üzerinde yazan miktarda süt koyun ve kıvama gelene kadar kısık ateşte karıştırın. Bir kepçe yardımıyla borcam üzerindeki bisküvilerin üzerini kaplayacak kadar puding dökün ve yayın. Bu arada puding tenceresinin altını kapatın ve ocağın yanmayan bir bölümüne alın. Tekrar bisküvi dizin ve bir sıra da halka halka doğranmış muz dizin. Üzerine hindistan cevizi serpin. Sonra kepçeyle tekrar puding ilave edin ve yayın. Aynı işlemleri borcam doluncaya kadar tekrarlayın. En üstüne tekrar puding ve hindistan cevizi serpin. Ayrıca damla çikolataları da dağıtın. Dilerseniz iç katmanlara da damla çikolata koyabilirsiniz. Buzdolabında soğumaya bırakın ve pratik tatlınız hazır. Soğuduktan sonra kare veya dikdörtgen şeklinde kesip, geniş bir spatulayla servis yapabilirsiniz. Afiyet olsun.

13 Kasım 2008

HELLİM PEYNİRLİ SALATA ve AYÇEKİRDEKLİ KÖY EKMEĞİ




İşte benim akşam öğünlerimden biri. Kızarmış hellim peyniri sevmeyeniniz var mı? Peynir benim için bir keyif. Farklı peynir türlerini denemeyi çok seviyorum. Başka bir ülkeye gittiğimde bavulumda peynir paketiyle dönüyorum. Ancak diyetisyenler ve doktorlar doymuş yağ açısından zengin olduğu için peynirin fazla tüketilmemesi gerektiğini ifade ediyorlar. Onlara kalsa light beyaz peynir ya da light dil peynirinden başka bir çeşit tüketmemek gerek. Ama bir kadeh şarap eşliğinde peynir tabağına kim hayır diyebilir ki? Ya da sabah peynirsiz kahvaltı yapılabilir mi? Müsli diyenin diline biber sürerim. Şu sıralar müsli bana çok uzak. Peki ya makarnalar ve sandviçler peynirsiz düşünülebilir mi? Benim açımdan hayır.

Şimdi gelin Vikipedi'den "peynir" konusunu beraber okuyalım:

Peynir, çok büyük bir çeşitlilikteki aroma, tat, yapı ve şekle sahip bir grup fermente süt ürünü için kullanılan genel isimdir.

Peynir nasıl yapılır?
Peynir İmalathanesiPeynir, süt proteini kazeinin peynir mayası ve/veya peynir kültürü ile pıhtılaştırılması ve bu pıhtıdan peynir suyunun ayrılmasıyla elde edilen fermente bir süt ürünüdür. Peynir suyu ayrıldıktan sonra tuzlu peynirler için tuzlama aşamasına gelinmektedir. Tuzlama, peynirin yüzeyine kuru tuzlama şeklinde veya peynir salamuraya daldırılarak yapılabilir.

Takip eden basamak olgunlaştırmadır; peynir taze olarak tüketilebileceği gibi belirli bir olgunlaştırma periyodunu takiben de tüketilebilmektedir.

Yukarıdaki üretim basamaklarına ait teknik parametrelere bağlı olarak çok geniş bir çeşitlilikte peynirler elde edilmektedir.

Diğer fermente süt ürünleri gibi peynir de canlıdır. Raf ömrü boyunca peynirin duyusal, yapısal ve kimyasal özelliklerinde çeşitli değişiklikler görülebilmektedir. Bu değişikliklerin minimumda tutulması için peynirlerin genel olarak 6-8°C’lik sıcaklıklarda tutulması gereklidir.

Soğuk iklimlerde yaşayanlar için, sıcaklığı 6-8°C civarında bulunan, nem oranı sabit ve havadar kilerler peynir saklamak için idealdir. Ancak şehirde bu imkan yoktur. Bu nedenle peynirler evde buzdolabının alt raflarında ve kapalı şekilde muhafaza edilmelidir.


Türkiye'de tüketimi en yaygın olan peynirler; beyaz peynir, deri peyniri ve kaşar peyniri olmakla birlikte, yöresel peynirler yönünden de hayli çeşitlilik gösterir. Bunlardan bazıları:

Krem peyniri
Posof çeçil peyniri
Küflü Ardahan deri peyniri
Kars kaşarı
Tunceli tulum peyniri ve çökeleği
Mihaliç (kelle) peyniri
Keçi peyniri
Ezine peyniri
Erzincan tulum (şakak) peyniri
İzmir tulum peyniri
Van Otlu peyniri
Lor
Urfa beyaz peyniri
Dil peyniri
Maraş peyniri
Çerkez peyniri
Hellim
Abaza peynirleri
Civil (tel) peynir
Çökelek
Yozgat çanak peyniri
Külek peyniri
Hatay cara (testi) peyniri
Örgü peyniri
Çeçil peyniri
Golot peyniri
İstanbul çayır peyniri
Manisa çayır peyniri
Ordu torba peyniri
Giresun imansız peyniri
Kars gravyer peyniri
Küp peyniri
Roquefort peyniri
Denizli Yörük peyniri
Karaman tuluk peyniri

Ve son olarak yurtdışında yaygın olarak üretilen ve tüketilen peynir çeşitlerinin bazıları ise Cheddar, Mozzarella, Ricotta, Emmental, Edam, Gouda, Camembert, Brie, Roquefort, Parmesan, Provolone, Stilton, Gorgonzola, Feta, Mascarpone’dır.

SEN DİZİME YATTIN BEN BİR HİKAYE ANLATTIM ve SEN BÜYÜDÜN




Issız Adam'ın fragmanını izlediğimde beğenmemiştim ve Çağan Irmak filmi olmasına rağmen gitmeyi pek düşünmüyordum. Ancak kritikler iyi gelmeye başlayınca ve de Mehmet Yılmaz geçen Cumartesi Hürriyet'teki köşesinde filmle ilgili yazınca içime düşen kurtla beraber gitmeye karar verdim. Bugün Kerem'e kışlık ayakkabı almak için alışverişe çıkmak niyetindeydim ancak hava çok soğuk olduğu için erteledim ve market alışverişi yapıp kahvaltı için anneannemize gittik. Sonra kendimi Issız Adam'ı izlemek için Palladium'a attım. Film hızlı bir başlangıç yapıyor ve insanı içine alıyor. Alper, 30'lu yaşlarda, kendi restoranının sahibi başarılı bir aşçı. Öyle ki Alper'in restoranına gazetelerde köşe sahibi gurmeler falan geliyor. Ancak kahramanımız Alper, iş yaşamındaki başarısının aksine özel yaşamını bir türlü yola koyamamış ve günübirlik zevkler peşinde koşmakta. 20'li yaşlarının sonundaki güzel, olgun ve kendi halinde, çocuk kostümleri tasarlayan Ada ile Alper tanışınca her ikisinin de hayatları alt üst oluyor. Ada, duygusal açıdan son derece gelişmiş bir karakter. Yaşanmışlıkları olduğu için, ikinci el kitapları okumaktan hoşlanıyor. Aşk konusunda geçmişte yara aldığından her ne kadar kendisini sakınıp korumaya çalışsa da aşk bir kez kapıyı çalınca olacakların önüne geçemiyor. Alper'le tanışma faslındaki diyaloglarda sağ sol kroşeleri geçiriyor ve Alper'e haddini çok güzel bildiriyor. Sonra son yıllarda izlediğim en güzel modern çağ aşk hikayesi başlıyor. Filmi sevmemde kahramanlarımızın, dönemin, mekanların benim jenerasyonuma ve hayat tarzıma yakın olmasının da payı olduğunu düşünüyorum. Ve Çağan Irmak kesinlikle döktürmüş. Sıradan bir aşk hikayesi belki ama film bitmesin istedim izlerken. Bayağı bir hislendim. Boğazım düğüm düğüm oldu. Filmden çıktıktan sonra Palladium'da dolaşırken "Anlamazdın"ı söylerken buldum kendimi. Geçen sene CNN Türk'te Ayla Dikmen ile ilgili bir belgesel yayınlanmıştı onu izlemiştim. Eski sarkılar ne hoşmuş, eminim önümüzdeki günlerde bu şarkıyı sıksık duyacağız. Filmde beğendiğim sahnelerden biri Alper'in Ada'ya yemek yaparken anlattıkları. Vallahi şiir gibiydi, etkilenmeyecek kadın var mı Allah aşkınıza? Bir de filmi izledikten sonra hayatımın aşkını bulmuş olduğum ve kaçırmadığım için şanslı olduğuma karar verdim. Zira 30'lu yaşlarını süren bekar, hayatının aşkını bulmak isteyen ancak bulamamış kariyer sahibi kadın veya erkek izleyiciler filmden hüngür hüngür ağlayarak çıkarken bulabilirler kendilerini. Alper'in restoranı Leblon Asmalımescit'in yeni gözdelerinden. Ben gitmedim ama en kısa zamanda gidilecekler listeme aldım. Film Leblon için süper bir reklam ve fırsat. Eğer yemek konusunda gerçekten iyiyse kendine sıkı müdavimler yaratabilir diye düşünüyorum. Bu arada Leblon, Rio De Janeiro'da bir bölgenin ve de plajın ismiymiş. Onun dışında Alper'in evi dekoratif açıdan pek hoştu. Leblon'un mutfağı da pek hoştu. Müzikler, mekanlar bana çok hitap etti. Sadece bir ara Alper Ada'yı terk ettikten sonra sanki filmde bir boşluk oldu. Nasıl toparlayacak Çağan Irmak dedim içimden ama çok iyi toparlandı film. Sonundaki sarılma sahnesi süperdi. Bir de ayrılırken Ada'nın söylediği "Karda uzanmışsın, donarak uyuyorsun. Uyku tatlı gelse de ölüyorsun" pek şıktı. Film bittiğinde salonun çoğu kadın olan izleyicilerinin büyük bir bölümü ağlamıştı. Gözler kızarmış, makyajlar akmıştı. Zaten bu filmi izleyip te etkilenmiyorsanız, size söyleyecek sözüm olamaz. Son olarak Çağan Irmak çok şık ve içinde sosyolojik öğeler barındıran bir aşk filmi yapmış. Tekrar tekrar izlemek isteyeceğim bir film değil ancak hoş vakit geçirten, başarılı bir yapım.

10 Kasım 2008

İSTANBUL'DA TAY MUTFAĞI: ÇOKÇOK, PERA MÜZESİ: DOĞU'NUN CAZİBESİ SERGİSİ, KEREM BEBEK DALİ'DE!











2004 yılında, o zaman çalıştığım şirketin gönderdiği eğitimlerden birinde tanıştığım Tayland'lı arkadaşım tanıdığım en sıcakkanlı insanlardan biriydi. Türkiye'ye döndükten bir süre sonra bana kargoyla kaju fıstıklı kukiler, köri sosları ve hindistan cevizi sütü göndermişti ancak bendeniz o dönem kukileri tüm şirkete dağıtmak dışında ganimetleri maalesef kullanamamış ancak atmaya da kıyamamış ve aylarca dolapta saklayıp son kullanma tarihlerini doldurunca zannımca tatmin olmuş ve sonunda çöpe atmayı başarmıştım. Ah şu anda olsa ne ganimetti onlar değil mi sevgili okur? Bir süredir gitmek istediğim Tepebaşı'ndaki ÇokÇok Restoran'a gitmek sonunda dün kısmet oldu. Aslında hafta sonu bayağı bir aksiyonlu geçti. Cuma günü maaile Dali'ye gidebildik. Kerem bebek ilk kültür eylemini böylece gerçekleştirmiş oldu ama ne müze ziyareti. SSM'ni birbirine kattı oğlum. Ben de konsantrasyon sıfır vaziyette sergiyi gezdim. Dali için ister deli ister sahtekar desinler, bence çok zeki ve eserleri de çok keyifli. Dali, Picasso, Miro ve Kandinsky benim pek sevdiğim ressamlar ve ilk üçünü İstanbul'da ağırlayabilmek büyük bir şans ve de onur. Dali dışında İmge'nin (http://imgetan.blogspot.com/) bizler için yaptığı program gereği :o) Pera Müzesi'ndeki Doğu'nun Cazibesi Sergisi'ni gezdik. Sergi 11 Ocak 2009 tarihine kadar görülebilir. Kısa bir bilgi:

"Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi; 26 Eylül 2008 - 11 Ocak 2009 tarihleri arasında, dünyanın en köklü sanat kurumlarından biri olan Tate Britain ve British Council işbirliğiyle hazırladığı ve Britanya oryantalist resminin dünyadaki en önemli örneklerinin yer aldığı “Doğu’nun Cazibesi” Britanya Oryantalist Resmi sergisine ev sahipliği yapıyor.

Şubat 2008’de ABD’de Yale Center for British Art galerilerinde ve Haziran 2008’de Tate Britain’ın Linbury Galerileri’nde gerçekleştirilen ve her iki ülkede de sanatseverlerden büyük ilgi gören The Lure of the East sergisi, Doğunun Cazibesi adıyla Pera Müzesi’nin 3 katına yayılıyor. Amerika ve İngiltere’den sonra üçüncü durağı İstanbul ve Pera Müzesi olan sergide yer alacak 105 başyapıta; Suna ve İnan Kıraç Vakfı Koleksiyonundan, Osman Hamdi Bey’in İki Müzisyen Kız ve Henry Bone’un Thomas Hope’un Türk Giysileri İçinde Portresi resimleri ile Topkapı Sarayı Müzesi Koleksiyonundan, David Wilkie’nin Sultan Abdülmecid’in Portresi resimleri de eşlik ediyor. Sergi, Şubat 2009’da, dördüncü durağı olan Sharjah Sanat Müzesi’nde açılmak üzere Birleşik Arap Emirlikleri’ne yola çıkacak. "

Gelelim Sergi'de sevdiklerime; Osman Hamdi Bey'in İki Müzisyen Kız tablosunu çok beğendim. 1840'ta Kahire'ye yerleşen ve 10 sene kadar orada yaşayıp Doğu kültüründen ciddi şekilde etkilenen John Frederick Lewis'in tüm eserlerini beğendiğimi söyleyebilirim. Detaylara verilen önem beni etkiledi. Lewis'in resimlerinin diğer özellikleri ise parlak ve aydınlık olmaları. Lewis 19. yy Oryantalist resim yapan ressamlar arasında hatırı sayılır bir üne sahip. Tüylerimin diken diken olduğu ansa, Lawrence'ı görmem oldu. Arabistan'lı Lawrence filmini bilmeyen yoktur sanırım. Benim sinema kültürümün asıl sorumlusu annemdir. Filmleri, oyuncuları ve yönetmenleri ayrıntılarıyla bilir. Kendimi bildim bileli sinema evde hep konuşulmuştur. Annem anneanne olmasına rağmen gösterime giren filmeri daha ilk günden kaçırmamaktadır. Avrupa sineması her zaman tercihidir. Ne diyordum konuyu dağıttım. Hımmm işte Arabistan'lı Lawrence'ı da ilk kez annem bana anlatmıştı küçükken ama o kadar kötü anlatmış ki tablosunu 4-5 metre önceden tanıdım ve verdiğim tepki "Bu da mı burda ?" Tüylerim diken diken oldu. (Hissedildiği üzere yazarımız burada son derece milliyetçi bir kişilik sergiliyor!!!) Bunun dışında David Wilkie'nin Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa tablosu ve Sultan Abdülmecid'in portresi de görülesi resimler. Pera Müzesi'nden çıkarken aklım mağaza bölümündeki Miro kitabında kaldı. Bir dahaki sefere sanırım alacağım. Müze'den çıkınca da soluğu hemen yakınında bulunan ve Tay Mutfağı'nın İstanbul'daki en iyi temsilcilerinden olduğu söylenen ÇokÇok Restoran'da aldık. Arman Kırım Tay Mutfağı dünyanın en güzel mutfaklarından biridir demekle hiç de abartmamış. Ayrıca tanışmış olduğum bir çok Amerikalı bu mutfağı öve öve bitirememişti. Tabi Tayland'lı arkadaşım da. Tay Mutfağı'nda kullanılan Limon otu (lemongrass) kesinlikle akla zarar (yazarımız burada çok sevdiğini ifade etmek istiyor) bir lezzet. Wagamama'da da kullanıyorlar. Ben de yana döne aradım bugün. Caddebostan Migros'ta yoktu. Makro'larda olur belki ya da nerde olur bilen varsa yazsın ne olur. Şimdi gelelim ÇokÇok Restoran'a. ÇokÇok Türk ve Singapurlu iki ortağın Londra'da tanışmasıyla ve daha sonra Tayland'da iş yaparken böyle bir fikrin ortaya çıkmasıyla kurulmuş. ÇokÇok by Kaya On Coast'taki Kaya On Coast kuruculardan Türk olanının şirketinin adıymış. Restoran Tepebaşı'nda, bulunması oldukça kolay bir lokasyonda. Müşteri profili değişiklik göstermekle beraber genellikle Türkiye'de yerleşik yabancılar ve tursitlermiş. Pazar günleri, gündüz bebekli ve çocuklu aileler gidiyormuş. Restoranın son derece şık ancak insanı boğmayan sadelikte dekore edilmiş olduğunu belirtmem gerek. ÇokÇok uluslararası bir çok ödülün sahibi olan ve 2007 yılında Singapur Cumhurbaşkanlığı Tasarım Ödülünü alan mimar Kay Ngee Tan tarafından "rahat şıklık" prensibiyle, zarif ve modern bir görünüm yansıtması amaçlanarak tasarlanmış. Restoran'ın sıradışı aşçısı Bayan Nuch Japonya, Meksika ve İspanya Büyükelçilikleri'nde baş aşçı olarak çalışmış ve Tayland Kraliyet Ailesi için yemek organizasyonları yapmış. Bayan Nuch'un 4 adet yemek kitabı var ve Tayland Ulusal televizyonunda yemek programları hazırlamış. Gelelim ne yedik ne içtik. Bize servis konusunda yardımcı olan Cenk'in de tavsiyesiyle Set Menü'de karar kıldık. Set Menü fiyat olarak böyle bir restoran için çok uygun. Öğle yemeği için sadece 20 YTL ve akşam yemeği için de 40 YTL. Set Menü'de çorba ve ana yemek için farklı alternatifler var. Yan yemekler ise sabit. Bunun dışında da fiyatlar ucuz olmamakla beraber makul. Ben şu anda ilaç tedavisinde olduğum için asitli içecek ve alkol yasak. Suyla yetindim. Mehmet'se Lychee(Litchie) suyu istedi. Yemek olarak ben deniz mahsülleri çorbası (Tom Yam Talay) ve Mehmet'se tavuklu çorba (Tom Yam Kai) aldık. Deniz mahsülleri çorbasında midye, kalamar, levrek, istridye mantar, kereviz, limon otu ve galangal (zencefilin genç hali) vardı. Şunu söyleyebilirim bu çorba benim hayatımda yediğim en değişik çorba ve pek beğendim. Hastalara şifa niyetine. Diğer bir pek sevdiğim çorba Minestrone'yi ise İtalya'nın gezebildiğim hiçbir kentinde içememiş Karlovy Vary'de XXL adlı kitsch tuvaletli restoranda içmiştim ki hala tadı damağımda. Not: Prag'a gidecek olanlar Karlovy Vary'e (Carlsbad) mutlaka gidin ve XXL'de yemek yiyin. Minestrone ve pizza. Beni hatırlayın. Ata'mız da, 1. Dünya Savaşı sırasında; ağır bir böbrek hastalığı nedeniyle tehlikeli bir biçimde bozulan sağlığına kavuşmak için 1918'de önce Viyana'da sonra Carlsbad'da (Carl'ın Banyosu) tedavi olmuştur. Karlsbad bir hastane ve termaloji şehridir. Neyse konu dağılmasın (sayın yazar bu akşam çeneniz çok düşük lütfen konuyu saptırmayın!). Çorbalarla beraber servis edilen ara sıcaklar ikişer adet Tavuk Satay (Kai-Sate) ve balık köftesi (Thot Mun Pla) pek lezizdi. Balık köftesi karides ve levrek karışımından yapılıyor, hindistan cevizi sütü ve yer fıstığı sosu ile servis ediliyor. Set menünün normal servisten farkı sanırım porsiyonların daha küçük olması ama bu haliyle bile porsiyonların doyurucu olduğunu söyleyebilirim. Üstteki fotoğraflardan göreceksiniz. Ana yemek olarak ben İstridye soslu biftek (Phad neua namman hai), Mehmet'se yeşil körili tavuk (kaeng khiao wan kai) tercih ettik. İstridye soslu biftek mantar, yeşil soğan ve karabiber tohumlarıyla pişirilmiş. Yeşil körili tavuksa hindistan cevizi sütü, patlıcan ve misket limonu yapraklarıyla pişirilmiş. Benim seçimim Mehmet'inkine göre daha başarılıydı. Bu arada siteyi takip edenler Kerem'e hamile kaldıktan sonra tavukla pek aram olmadığını bilir. Halen de öyle. Yemeklerimizi bitirdikten sonra Sevgili Cenk bize Osmantus yeşil çayı (Çin'in Guangxi bölgesinden yeşil cay. Osmanthus çiçeği ile karışmış bu çay berrak renk ve kalıcı bir tat verir. Bu çayın kaynağı cok sınırlıdır ve yılda sadece bir kez toplanır. Osmanthus çiçeği zeytin leylak ve forsythia ile akrabadır ve kwei adı altında Asyanın birçok yerinde yetiştirilir.) ikram etti. Benim evde demlediğim yeşil çaylar nedense acı oluyor sanırım bol kepçe olduğum için çay miktarını fazla koyuyorum. Ya da suyun sıcaklığı ile ilgili bir yanlışım var. Son olarak serviste kullandıkları dikdörtgen tabaklar Ikea'dan. Bende de aynılarından olduğu için biliyorum. Zaten altlarına da baktım. :) Ayrıca kullandıkları chopstickler kullan-at olanlardan değil. Malzemesi çok kaliteliydi ve pek beğendim. Çayımızı içip Cenk'le vedalaştıktan sonra restorandan ayrılıp Burç Lebon'da profiterol yemek için yola koyulduk. E napalım canımız çekti :o) Bizim ÇokÇok maceramız böyleydi. Sanırım Kerem'i de bir Pazar günü ÇokÇok'a götüreceğiz.

Dip not: ÇokÇok ile ilgili yazmayı unuttuğum tek olumsuzluk her iki katta da sigara içmenin serbest olması. Masalarda küllük bulundurmuyorlar ama bu sonucu değiştirmiyor. Bence katlardan biri sigarasız salon olmalıydı. Bebekle gidecekler bu konuda hassasiyet gösterecektir.

ATATÜRK'Ü SAYGI ve SEVGİYLE ANIYORUZ





Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.

6 Kasım 2008

İSTANBUL SENFONİ ORKESTRASI: 7 KASIM 2008 “ATATÜRK'Ü ANMA KONSERİ”

Kerem'in uyuma saatine denk geldiği ve kıyametler kopacağı için burnumun dibindeki bu güzelliğe gidemeyeceğim. Sizlere haber vermek istedim. Detaylar aşağıda:

7 KASIM 2008 “ATATÜRK'Ü ANMA KONSERİ”
YER : CADDEBOSTAN KÜLTÜR MERKEZİ
SAAT: 19.30

ŞEF : EMİN GÜVEN YAŞLIÇAM
SOLİST : IVAN MONIGHETTI “VİYOLONSEL”

PROGRAM:
L.V. BEETHOVEN:PROMETHEUS'UN YARATIKLARI UVERTÜRÜ
JOSEPH HAYDN: RE MAJÖR VİYOLONSEL KONÇERTOSU
LUDWIG VAN BEETHOVEN: 3. SENFONİ “EROICA”

RADIO OXIGEN'DEN HABERİ OLAN?

Dinlemekten en çok keyif aldığım radyo kanalı Oxigen bir anda yok oldu. Başka bir frekansa mı taşındı, akibeti nedir? Haberi olan var mı? Arıyorum arıyorum yok. Bulamıyorum. Şiddetle Radio Oxigen'e ihtiyacım var!

SEBZELİ NOODLE ve TERİYAKİ SOSLU TAVUK




Huzurlarınızda geçen hafta pişirdiğim ancak siteye yüklemeye bir türlü fırsat bulamadığım sebzeli noodle ve teriyaki soslu tavuk. Picasa'da kolaj bile yaptım. Herşey siz hayranlarım için :o)

4 Kasım 2008

MUSTAFA'YI İZLEMEYECEĞİM

İki haftadır griple pençeleşiyorum. Zaman zaman iyi bazı günlerse berbat geçti ve halen düzelebilmiş değilim. Bu arada Mustafa'ya kesinlikle gitmeyi düşünüyordum. Gidenlere fikirlerini soruyor, medyada çıkan haberleri ve yorumları izleyebildiğim kadarıyla izliyordum. Ancak yazılarını çok beğendiğim ve fikirlerine saygı duyduğum iki köşe yazarımız Bekir Çoşkun ve Yılmaz Özdil'i de okuyunca ve televizyonda Ülkü Adatepe'yi de dinleyince Mustafa ile ilgili kararımı verdim. Bugün Hıncal Uluç Mustafa'ya gitmeyeceğini yazmış köşesinde. Ben de gitmeyeceğim Mustafa'ya. Görmeden belgesel ya da film hakkında nasıl karar verebilirsin diye eleştirecek olanlarınız olacaktır eminim. Ancak fikirlerine ve duruşlarına inandığım ve güvendiğim insanların yorumlarını okudum. Görünen köy kılavuz istemiyor. Can Dündar bir kanalda her zamanki aşırı nazik ses tonu ve tavrıyla (ki beni hep rahatsız etmiştir) farklı olmak adına böyle bir çalışma yaptığını ifade etti. Farklı olmak demek objektif olmamak, ya da bizi biz yapan değerleri göz ardı etmek midir? Lütfen kimse beni de Atatürk'ü tanrısallaştırmakla falan da suçlamasın. Okuduklarım neticesinde ben Can Dündar'ın bu işi kalbiyle yaptığına inanmıyor, tamamen ticari amaçlı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca sponsorluk meselesi ile ilgili bravo Turkcell. Sabancı'ya ise söyleyecek söz bile bulamıyorum. Sonuç Mustafa'nın "gişe"sine katkıda bulunmayacağım. Merak ettiğimse Can Dündar'ın çekmeyi düşündüğü Said-i Nursi belgeseline de Atatürk için yakışır gördüğü şekilde insani boyut katıp katmayacağı. Sizleri son olarak Reha Muhtar'ın Can Dündar'a son derece " nazikçe" yazdığı yazısıyla baş başa bırakıyorum ve bir de lütfen NLP uzmanı Cengiz Eren'in Can Dündar ile ilgili yazısını aşağıdaki linkten okuyun ( ister okuyun ister okumayın ama bence oldukça ilginç):

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=142263


Reha Muhtar'dan:

CAN DÜNDAR’A...

Gala davetiyesi gelmiş ama ben göremedim ve fakat zaten o gün gelemeyecektim...

Her belgeseli olduğu gibi, Mustafa belgeselini de oya gibi işlediğini bilmekteyim...

Bir ufak kuşkum var ki filmi görmeden sana söylemeliyim...

Bu soru aynı zamanda filme gitmeye hazırlanan her insanın merak edeceği bir sorudur...

1) Kesinlikle aynı düşünüyoruz, insanlar putlaştırılmamalı, insanî özellikleri, zaafları ortaya konmalı...

2) İnsanlar etten kemikten insan gibi algılanmalı, yalnızlıkları, korkuları, içtikleri rakıları, kırdıkları potları da milyonlarla paylaşılmalı...

3) Devir öyle bir devir, hayat ve insanlar artık şeffaftır...


***


4) Ve fakat içimi fena halde kaşıyan bir korkum, bir ürpertim var...

5) İnsanî zaaflar ya da özelde gizli kalmış hayatlar ortaya çıktığında, bütün bir hayatı etkisi altına alırlar...

6) Bir gün birisi Can Dündar’ın belgeselini yapacak olsa, sen hangi yaptıklarının senin isminin haksız yere önüne geçmesini istemiyorsan, sen de bir başkasının belgeselini yaparken, bazı özel ayrıntıları o kişinin özelliklerinin önüne geçirmeyeceksin...


***


Anlatabildim mi bilmem?..

Çok yakında ne anlatmaya çalıştığımı sanırım anlatabileceğim...